ATATÜRK’ÜN YAŞAMI
Belgenin Başı
Mustafa
Kemal Atatürk,1881 yılında Selânik'te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Ali Rıza Efendi Selânik yerlilerindendi.
Uzak dedeleri Vidin'den ayrılarak Serez'de
yerleşmişler, oradan da Selânik'e gelmişlerdi. Ali Rıza Efendi, hayatının ilk
devirlerinde gümrük memurluğu yapmış, daha sonraları memuriyeti terk ederek
kereste ticareti ile meşgul olmuştu. Atatürk'ün annesi Zübeyde
Hanım da Selânik yakınlarında Langaza adı verilen
kasabada yerleşmiş eski bir Türk ailesine mensuptu. Bu aile, soy olarak
Anadolu'dan Rumeli'ye geçmiş Yörüklerdendi ve 'Varyemez oğulları' olarak
tanınıyorlardı. Bu ailenin Langaza'da büyük
çiftlikleri vardı; tarım yanında hayvancılıkla meşgul idiler. 1871 yılında Zübeyde Hanım ile evlenen Ali Rıza Efendi'nin henüz elli
yaşlarında iken 1888 yılında ölmesi üzerine, yedi-sekiz yaşlarında yetim kalan
küçük Mustafa'nın büyütülmesi ve yetiştirilmesi görevi, büyük Türk kadını Zübeyde Hanım'a düştü. Küçük Mustafa, ilk öğrenimine bir
süre annesinin arzusuna uyarak Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde devam
etti; fakat çok geçmeden babasının isteği ile
Selânik'te çağdaş eğitim yapan Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti ve ilkokulu burada
bitirdi. Şemsi Efendi, yeni öğrencisinin yeteneklerini ve zekâsını takdir
ettiğinden, küçük Mustafa'nın kendi okulunda bulunmasından son derece memnundu.
Küçük Mustafa, bu okulda okurken babası öldü. Bu sıralarda isimleri Makbule ve
Naciye olmak üzere kendisinden küçük iki kız kardeşi bulunuyordu. Babaları
öldüğü zaman küçük Mustafa yedi, Makbule bir yaşını henüz doldurmuştu; Naciye
ise kırk günlüktü. Bu en küçük kardeşleri genç kız iken Selânik'te öldü. Ali
Rıza Efendi'nin ölümü üzerine, Zübeyde Hanım üç
çocuğu ile bir süre Selânik yakınlarındaki Rapla
çiftliğinde subaşılık yapan kardeşi Hüseyin
Efendi'nin yanına yerleşti. Çiftlik hayatı nedeniyle küçük Mustafa'nın öğrenimi
ister istemez bir süre aksamıştı. Fakat çok geçmeden
Selânik'e dönerek halasının yanında, bıraktığı yerden öğrenimine devam etti.
Küçük Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu'ndan sonra bir süre Selânik Mülkiye
Rüştiyesi'ne devam etti ise de Kaymak Hafız adlı Arapça öğretmeninin kendisine
haksız yere sopa ile vurması üzerine bu okuldan ayrıldı ve 1893 yılında kendi kararı
ile Askerî Rüştiye'ye müracaat ederek öğrenimine burada devam etti. Yazları,
dayısı Hüseyin Efendi'nin yanına gider, okul zamanına kadar çiftlikte kalırdı.
Mustafa bu okulu gerçekten sevmişti. Arkadaşları arasında zekâsı ve üstün
yetenekleri ile kısa zamanda kendisini gösterdi ve öğretmenlerinin sevgisini
kazandı; öğretmenleri neredeyse kendisine bir arkadaş muamelesi yapma gereğini
hissetmişlerdi.
Bu
okulda matematik öğretmenliği yapan Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç öğrencisinin
yetenekleri ve zekâsı karşısında sınıftaki diğer Mustafa'larla aralarındaki
farkı belirtmek üzere öğrencisinin adının sonuna "Kemal" ismini ilâve
etti. Artık genç öğrenci Mustafa Kemal olmuştu.
Mustafa
Kemal, Selânik Askerî Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra 1896 yılında Manastır
Askerî İdadisi'ne girdi. Burada Ömer Naci i1e arkadaşlık etti. İlerde ünlü bir
hatip olarak tanınacak olan bu kişi, Mustafa Kemal'in hitabet ve edebiyat
sevgisinde etkin rol oynadı. Yakın arkadaşlarından biri olacak olan Ali Fethi (Okyar) de bu okulda öğrenci idi. Genç Mustafa Kemal, askerî
öğreniminin yanı sıra yabancı dil öğrenimini de ihmal etmiyor; yazları izinli
olarak Selânik'e döndüğü zaman Fransızca dersleri alıyordu. Genç Mustafa Kemal,
Manastır Askerî İdadisi'ni de başarı ile bitirerek 13 Mart 1899 tarihinde
İstanbul'da Harp Okulu'na girdi. 3 senelik başarılı bir Harbiye öğreniminden
sonra 10 Şubat 1902'de bu okulu Teğmen rütbesiyle bitirdi ve öğrenimine Harp
Akademisi'nde devam etti.1903 yılında Üsteğmen olmuştu.11 Ocak 1905 tarihinde
de Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi'nden mezun oldu. Harp Okulu'nda ve
Harp Akademisi'nde de zekâsı, yetenekleri ve üstün kişiliği ile kendisini
arkadaşlarına ve hocalarına tanıtmış, onların içten sevgi ve saygısını
kazanmıştı. Askerlik derslerine büyük ilgisi yanında matematiğe, edebiyata ve
güzel söz söylemeye karşı da merakı ve eğilimi vardı. Harbiye'de ve Harp
Akademisi'nde, memleket ve millet davaları ile ilgilenmesi, düşüncelerini
cesaretle ifadeden çekinmemesi sebebiyle aydın ve inkılâpçı bir subay olarak
tanınmıştı. Devir istibdat idaresi idi ve bu davranışları aleyhine olabilirdi;
ancak çevresince gerçekten çok sevilişi, düşüncelerinde samimi oluşu, onun
herhangi bir tertibe kurban gitmesini önlemişti. Bununla beraber Harp
Akademisi'nden mezuniyetini izleyen günlerde istibdat ve padişahlık rejimi
aleyhindeki düşünceleri ve durumu, şüphe çekerek birkaç ay İstanbul'da tutuklu
kaldı; sonra bir nevi sürgün olarak vazife ile 5 Şubat 1905 tarihinde Suriye
bölgesine, Şam'a atandı. Şam'da 5. Ordu'nun emrinde kaldığı üç yıl içinde
Suriye'nin hemen her yerini görevle dolaşmış, memleket idaresindeki
aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha da yakından
görmüştü. Mustafa Kemal, burada 1906 yılı Ekim ayı içinde güvendiği bazı
arkadaşlarıyla gizli olarak "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurdu. Bu
arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve Kudüs'te de kurdukları cemiyeti
genişletti. Bir ara gizli olarak Mısır ve Yunanistan yoluyla Selânik'e geçerek burada da "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"nin
bir şubesini açtı ve tekrar Şam'a döndü. Şam'dan uzaklaşışı hükümetçe duyuldu
ise de âmirleri kendisini koruduğundan bir ceza yoluna gidilmedi. Bir süre daha
Şam'da kaldı. Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası (kıdemli yüzbaşı)
oldu ve Şam'daki Ordunun Kurmay Başkanlığında bir göreve getirildi.
Mustafa
Kemal 13 Ekim 1907'de merkezi Manastırda bulunan 3. Ordu Karargâhına atandı. Bu
Karargâhın Selânik'teki şubesinde çalışmak üzere Selânik e geldi. Bu sıralarda
Selânik'teki "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" üyelerini de içine almış
olan ittihat ve Terakki Cemiyeti" faaliyet halinde idi. Mustafa Kemal de
Selânik'e gelişini takiben bu cemiyete dahil olarak hizmet görmeye başladı.
Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması, yapılacak yenilikler onun da baş
düşüncesiydi. Selânik'e gelişini takiben kısa bir süre sonra 22 Haziran 1908 de
Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliği de 3.
Ordu Karargâhındaki görevine ek olarak kendisine verildi. Bu esnada Rumeli'de
büyük faaliyet gösteren "İttihat ve Terakki Cemiyeti" Abdülhamit'i,1876
Anayasasını yeniden yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan'ı
tekrar toplantıya çağırmaya zorlamaktadır. "İttihat ve Terakki Cemiyeti ‘nin bu girişimleri adım adım II. Meşrutiyetin ilânına uzandı. 23 Temmuz 1908
tarihinde İkinci Meşrutiyet ilân edildiği zaman Mustafa Kemal, Kolağası
rütbesiyle Selânik'te askerî görevini sürdürmekte, bir yandan da "İttihat
ve Terakki Cemiyeti" içinde çalışarak İstanbul'daki siyasi gelişmeleri
yakından izlemektedir. O, II. Meşrutiyet gibi büyük bir inkılâbı takiben
yapılanları kâfi görmüyor; bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve
daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu. Fakat
kendisinin görüşleri "İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenlerinin görüş
ve düşüncelerine uymadı. Buna rağmen fikirleriyle zamanın söz sahibi kişilerini
uyarmaktan da çekinmiyordu. II. Meşrutiyet'in ilânı üzerinden henüz bir sene geçmemişti ki İstanbul'da 13 Nisan 1909'da bu harekete
karşı, gerici çevrelerce desteklenen büyük bir isyan gelişti. Mustafa Kemal, 31
Mart Vak'ası olarak bilinen bu isyanı bastırmak üzere
Rumeli de oluşturulan Hareket Ordusunun Kurmay Başkanlığına getirildi ve bu
ordu ile 19 Nisan 1909 tarihinde İstanbul'a geldi. Hareket Ordusunun gerek
yolda gerekse İstanbul'daki sevk ve idaresinde Kurmay Başkanı olarak önemli
hizmetler gördü. Hareket Ordusunun İstânbul'a girdiği gün halka hitaben
yayımlanan beyannameyi kendisi yazmıştı. Hareket Ordusunun duruma hakim
oluşundan sonra Abdülhamit tahttan indirildi, yerine Sultan Reşat getirildi.
Mustafa Kemal, bu gerici olayın bastırılmasından sonra İstanbul'da çok
kalmayarak 16 Mayıs 1909'da tekrar Selânik'e döndü. Bu sıralarda Selânik ve
çevresinde yapılan mânevralarda, tatbikatlarda düşünce ve görüşlerini cesaretle
savunuyor; bu ise bazı üstlerinin dikkatini çekerken bazılarının da
tahammülsüzlüğüne sebep oluyordu. Kendisi, bir yandan da askerî eğitim konuları
üzerinde telif ve tercüme eserler hazırlıyordu. O, II. Meşrutiyet'i takiben
Ordu'nun "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ile sıkı alâkasının ve
siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış, bu görüşlerini 22
Eylül 1909'da Selânik'te toplanan "İttihat ve Terakki Büyük
Kongresi"nde açıkça dile getirmişti. Fâkat Cemiyetin önde gelenleri onun
bu görüşlerini paylaşmadılar. Mustafa Kemal de kendisini Cemiyetten uzak
tutarak doğrudan doğruya askeri vazifesine verdi. "İttihat ve Terakki
Cemiyeti" ile anlaşmazlığı ve aralarının açılması böyle başladı.
Mustafa
Kemal, Selânik'teki görevini başarı i1e yürütürken 1910 yılı Eylül ayında Pikırdı manevralarını izleme amacıyla Fransa'ya gönderildi.
Burada Fransız Ordusunu ve komutanlarını yakından tanıdı. Selânik'e dönüşünden
kısa süre sonra 1911 Martında Arnavutluk'ta bir isyan çıktı. Bu isyanı
bastırmak üzere düzenlenen harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın
yanında görev aldı. Mustafa Kemal, 15 Ocak 1911'de 3. Ordu Karargâhındaki
görevinden alınarak evvelâ 5. Kolordu Karargâhında, daha sonra yine Selânik'te
bulunan 38. Piyade Alayı'nda görevlendirildi. Bu atamadan amaç, kendisine kıta
hizmeti gördürerek onu başarısızlığa sürüklemek; bu suretle şevk ve hevesini
bir ölçüde kırmak idi. Ama O, bu görevde de büyük başarılar gösterdi; eskiden
olduğu gibi yine kumandanlarının, arkadaşlarının sevgi ve saygısını kazandı.
Selânik garnizonundaki subaylar gittikçe onun etrafında toplanıyorlardı. Bu
durum 3. Ordu Müfettişliğinin hoşuna gitmedi. Onu Selânik'teki vazifesinden ayırarak 27 Eylül 1911 tarihinde İstanbul'da Genelkurmay
Başkanlığında bir göreve tayin ettiler. Mustafa Kemal bu atama üzerine
İstanbul'a gelerek bir süre Genelkurmay Başkanlığında çalıştı. 5 Ekim 1911'de
İtalyanlar Trablusgarp'a hücum ederek istilâ
hareketlerine başlamışlardı. Mustafa Kemal, bu bölgede görev almak üzere 15
Ekim 1911'de İstanbul'dan ayrıldı. Trablusgarp'a gelişini
takiben bir süre Tobruk ve Derne
Bölgelerinde gönüllü mahalli kuvvetlerin başında bulundu.12 Mart 1912 de Derne Komutanlığı’na getirildi. Bu sıralarda 27 Kasım 1911 tarihinde
binbaşılığa terfi etti. 1912 yılı Ekiminde Balkan Harbi başlamıştı. Mustafa
Kemal, 24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan hareket ederek
İstanbul'a geldi. 21 Kasım 1912'de Gelibolu'da bulunan Bahr-i
Sefîd (Akdeniz) Boğazı Kuvay-ı
Mürettebesi Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğüne
atandı. Bu atama üzerine Gelibolu ya geldi. Olaylar
süratle gelişmiş, baba memleketi Selânik düşmüş, Bulgar Ordusu ilerleyerek
Çatalca'ya kadar gelmişti. Bu elim vaziyet kendisini çok üzdü. Bu cephede bir
süre sonra Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığına
getirildi. Bu görevde iken Dimetoka ve Edirne'nin
düşmandan geri alınışında büyük hizmetleri gördü. Mustafa Kemal, Balkan
Harbinden sonra, 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ataşemiliterliğine
atandı.11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Belgrat ve Çetine Ataşemiliterliklerini
yürütme görevi de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterliğine
atandığı günlerde yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) de
Sofya Elçiliğine atanmıştı. Mustafa Kemal Sofya Ataşemiliterliği
esnasında 1 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa terfi etti.1915 yılı Ocak sonlarına
kadar Sofya'da kaldı. Bu sıralarda 1 Ağustos 1914'te Almanya'nın Rusya'ya harp
ilanı ile I. Dünya Savaşı başlamıştı. Mustafa Kema1 gelişen siyasi ve askeri
olayları büyük bir dikkatle izlemekte; bir taraftan da görüş ve düşüncelerini
Harbiye Nezaretine bildirmekte idi. Ona göre katılma zorunlu hale gelmedikçe
Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında kalmalıydı. Ancak olayların süratle
gelişmesi 29 Ekim 1914'te Osmanlı Devletini de ister istemez İttifak Devletleri
yanında harbe girmek mecburiyetinde bıraktı. Mustafa Kema1 bu gelişmeler
üzerine Başkumandanlıktan kendisine faal bir hizmet istedi ise de uzun süre bu
isteği yerine getirilmedi. Nihayet ısrarı üzerine, kendisini 20 Ocak 1915
tarihinde, Tekirdağ'da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlığına tayin ettiler.
Mustafa Kemal, bu tayin üzerine Sofya dan ayrılarak İstanbul a döndü; derhal
yeni görev yerine hareket ederek Tümenini kurdu. Bu Tümen kısa süre sonra
görülen lüzum üzerine 25 Şubat 1915'te Tekirdağ'dan Maydos
(Eceabat)'a nakledildi. Mustafa Kemal burada,19. Tümene ilâveten 9. Tümenin 2
Piyade Alayı ve bazı topçu birlikleri de emrine verilerek Maydos
Mıntıkası Kumandanı olarak görev yaptı. Gelibolu Yarımadasında önemli olaylar
oluyordu. İngiliz donanması 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazını geçmeye teşebbüs etti ise de kıyı topçusunun başarılı savunması
karşısında, muvaffak olamayarak ağır zayiat verdi. Donanması ile Boğazı geçemeyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadasını çıkarma ile
zorlamaya karar verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı da
23 Mart 1915 tarihinde Gelibolu'da 5. Ordu kurulmasına karar vermiş,
Komutanlığına da Alman Generali Liman Von Sanders'i atamıştı. Liman Von Sanders, muhtemel düşman taarruzuna karşı kuvvetlerini üç
gruba ayırarak planını yapmış; Mustafa Kemal'in
başında bulunduğu kuvvetleri ordu ihtiyatına almıştı. Mustafa Kemal bu plan
gereğince 18 Nisan 1915 günü Tümeniyle Bigalı'ya
geçti.
Düşman
birlikleri 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinden ilk çıkarma hareketine başladı. Ancak
çıkarma hareketi ilk gün karşısında Mustafa Kemal'i buldu. Mustafa Kemal,
çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetlerini süratle Bigalı'dan
Conkbayırı'na sevk etmişti. Arıburnu'ndan
Conkbayırı'na ilerleyen İngiliz kuvvetleri, o gün,
Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye
mecbur edildi. Conkbayırı taarruzunda Türk askeri
görülmemiş bir inanç ve cesaretle savaşıyor, tarihin en büyük kahramanlık
sahneleri sergileniyordu. Dâhi komutan, kumandanlara verdiği emre şu cümleleri
de ilâve etmişti: "Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz
ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka
kuvvetler ve kumandanlar geçebilir!" 25 Nisan
1915 günü başlayan çıkarma, kuvvetlerimiz tarafından kıyıya kadar itilmesine
rağmen düşman, 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de çıkarma harekâtına devam etti.
İlerlemek isteyen İngilizlerle yer yer şiddetli
çarpışmalar oldu; ancak her taarruz Türk askerinin kahramanca savunması
karşısında başarısız kaldı. Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesindeki bu üstün
başarıları üzerine 1 Haziran 1915'de Albaylığa terfi etti. Düşman, Çanakkale'de
başarı sağlayamamasına, ilerleme gösterememesine rağmen, yeni bir çıkarma
yapmada kararlıydı. Düşünülen çıkarmanın gerçekleşebilmesi için, her şeyden
önce ilk direnç hatlarını oluşturan Arıburnu ve Seddülbahir'deki Türk kuvvetlerinin yerlerinden sökülmesi
gerekiyordu. İngilizler bu amaçla 6 ve 7 Ağustos l9l5 günleri, takviyeli
kuvvetlerle yeni bir taarruz daha denediler; düşman kuvvetleriyle,
kuvvetlerimiz arasında şiddetli muharebeler oldu. Ancak, Mustafa Kemal'in
aldığı önlemler sayesinde düşmanın bu taarruzu da gelişme imkânı bulamadı. Arıburnu ve Seddülbahir'deki
taarruz devam ederken İngilizler 6 Ağustos 1919 akşamı Çanakkale'nin güney
kıyılarına da asker çıkararak ilerlemeye başladı. Bu suretle Anafartalar Bölgesi de ansızın kritikleşti. Gelişen bu
buhranlı durum üzerine Liman Von Sanders'in
emri ile komuta değişikliği yapılarak, "Anafartalar
Grubu Komutanlığı'na 8 Ağustos 1915 tarihinde Albay Mustafa Kemal getirildi. 9
Ağustos 1915 günü komutayı ele alan Mustafa Kemal beklemeksizin aynı gün
yaptığı taarruz ile ilerleyen İngiliz kuvvetlerini tekrar çıkarma yaptıkları
kıyılara itti. Aynı günün akşamı Conkbayırı bölgesine
geçerek buradaki kuvvetleri de 10 Ağustos 1915 sabahı
taarruza geçirdi. Böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmemiş; aksine
tutunduğu mevzilerden tamamen çıkarılarak Anafartalar
bölgesine tam anlamıyla hâkim olunmuştu. Mustafa Kemal, 25 Nisan 1915
taarruzunda olduğu gibi 9 ve 10 Ağustos taarruzlarında da bizzat ateş hattında
bulunmuş, ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı yanındaki subay ve erler
için ifadesi imkânsız cesaret kaynağı olmuştu. Conkbayırı'nda
kalbini hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri döndüğünden mutlak
bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği kahramanlık, azim ve
yüksek kumanda kudreti, kendisine memleket içinde ve dışında büyük ün sağladı.
Artık o, "Anafartalar Kahramanı" olarak
anılıyordu. Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen
İngilizler; nihayet 1915 yılı Aralık sonunda müttefikleriyle beraber
Çanakkale'den çekildiler. Düşmanların Çanakkale Boğazı'nı geçememesi,
İstanbul'un işgalini önlemiş; İngilizlerin, Marmara ve Karadeniz üzerinden
müttefikleri Rusya ile bağlantı kurma hayallerini söndürmüştü. Bütün bu
olaylar, bir anlamda, I. Dünya Savaşının akışını da etkiliyor, dünya tarihinin
yönünü değiştiriyordu. Bu savaşlarda İngilizler insan, araç ve gereç yönünden
Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi; ancak onların unuttukları nokta, Türk
askerinin tarihsel kahramanlığı ve bu kahramanlığı yönlendiren Mustafa Kemal
faktörü idi.
Mustafa
Kemal, Çanakkale Muharebelerinin eski şiddetini kaybettiği r taarruzla düşmanı
tutunduğu kıyılardan da sökerek onu tam mağlûp duruma düşürmek görüşünde idi.
Ancak bu teklifi, Ordu Komutanı Liman Von Sanders tarafından, düşmanın da kıyıdan yapacağı topçu
ateşinin ağır zayiat verdirebileceği endişesiyle benimsenmedi. Artık bu cephede
yapacak bir şey kalmamıştı. Mustafa Kemal,10 Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu Komutanlığı"nı, Fevzi (Çakmak) Paşa'ya
bırakarak izinli olarak Çanakkale den ayrıldı; İstanbul a döndü. Mustafa Kemal,
27 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de bulunan On altıncı Kolordu Komutanlığına
atandı. Kısa süre sonra bu Kolordunun aynı isimle Diyarbakır'da kurulması
kararı üzerine yine Kolordu Komutanı olarak 11 Mart 1916'da
Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesine tayin edildi. Mustafa Kemal, 26 Mart 1916'da
Diyarbakır'a gelerek komutayı ele aldı.1 Nisan 1916 da Generalliğe yükseltildi.
Diyarbakır'a gelişini takiben kısa bir hazırlıktan sonra 3 Ağustos 1916 sabahı
emrindeki kuvvetleri Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçirdi; Ruslarla iki
tümenimiz arasında taarruz ve karşı taarruz şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu.
Nihayet 8 Ağustos 1916 sabahı Muş, aynı günün akşamı Bitlis kuvvetlerimiz tarafından
düşman işgalinden kurtarıldı. Muş; ne yazık ki 25 Ağustos 1916'da tekrar
Rusların eline düşmüştü. Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu Komutanlığı sırasında, 14
Mayıs 1917'de Muş'u ikinci defa Rus işgalinden kurtardı. Mustafa Kemal Paşa,
Aralık l9l6'da Ahmet İzzet Paşa'nın izinli olarak bir süre İstanbul'a gitmesi
üzerine vekâleten 2. Ordu Kumandanlığına tayin edildi. Karargâhı Diyarbakır'da
olan bu ordunun Kurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey idi. Büyük Kumandanın,
İnönü ile yakından tanışması, emir-komuta zinciri içinde çalışması bu tarihlere
rastladı. Mustafa Kemal Paşa,14 Şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi
Komutanlığına atanması üzerine Şam'a giderek Sina Cephesini teftiş etti ise de
5 Mart 1917 tarihinde Diyarbakır'da 2. Ordu'ya vekâleten komutan atandı. Tekrar
Diyarbakır'a dönen Mustafa Kemal Paşa,16 Mart 1917'de asaleten 2. Ordu
Komutanlığına getirildi. Fakat bu görevde de çok kalmayarak 5 Temmuz 1917
tarihinde Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına bağlı olarak Halep'te kurulması
kararlaştırılan 7. Ordu'nun başına getirildi. Bu cephenin umumî idaresi Falkenhein adlı bir Alman generaline verilmişti. Mustafa
Kemal Paşa,15 Ağustos 1917 günü Halep'e gelerek göreve başladı. Fakat bir süre
sonra General Falkenhein ile aralarında askeri
görüşler ve uygulanacak harekat bakımından anlaşmazlık çıktı; bu anlaşmazlık
sonucu Mustafa Kemal Paşa,1917 Ekim başlarında istifa mecburiyetinde kaldı.
Kendisine tekrar Diyarbakır'daki eski görevi teklif edildi ise de kabul
etmeyerek İstanbul'a geldi. 7 Kasım 1917'de Genel Karargâh'ta görevlendirildi.
Ancak kısa süre sonra Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Alman Umumî
Karargâhını ve Alman Cephelerini ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine iştirak
etti.15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 arasını kapsayan bu seyahat esnasında Mustafa
Kemal, Alman askeri çevrelerinde incelemeler yaparak, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla görüştü. Onlara
-hoşlanmasalar da- I. Dünya Harbinin muhtemel sonuçlan hakkındaki görüşlerini
açıkça ve belirgin şekilde anlatıyordu. Mustafa Kemal Paşa, 20 gün süren
Almanya seyahatinden İstanbul'a döndükten bir süre sonra böbrek rahatsızlığı
nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi gördü.
13 Mayıs 1918 - 4 Ağustos 1918 arasını kapsayan bu seyahat dönüşü General Falkenhein'in yerine Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına
getirilmiş olan General Liman Von Sanders'in
emrindeki 7. Ordu'ya Ağustos 1918'de tekrar komutan oldu ve 15 Ağustos 1918
günü Halep'e geldi. Mustafa Kemal, bu cephede İngilizlere karşı başarılı
müdafaa savaşları yaptı. Takviyeli İngiliz kuvvetleri karşısında, O'nun maharet
ve dirayeti sayesinde, bu bölgedeki Türk Ordusu dağılmaktan kurtarılmış; büyük
bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme başarısını göstermişti. Fakat I. Dünya
Savaşı Almanya ve müttefikleri aleyhine gelişiyordu. 29 Eylül 1918 tarihinde
Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918 tarihinde de Almanya mütareke
istemişti. İstanbul'da Talat Paşa Kabinesi istifa etmiş, yeni Kabineyi Ahmet
İzzet Paşa kurmuştu. Bu gelişmeler karşısında Mustafa Kemal Paşa yetkili
makamlara, askerî ve siyasî önerilerine devam etti ise de yine kabul
ettiremedi. Nihayet 30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, itilâf
devletleri ile Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak 1. Dünya Savaşından çekildi.
Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi'nin imza edildiği günün ertesi, 31 Ekim
1918 tarihinde Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirildi ise de artık
yapacak bir şey kalmamıştı. 7 Kasım 1918 tarihinde bu Grup Kumandanlığı'nın da
Padişah iradesiyle kaldırılması üzerine Adana'dan hareketle 13 Kasım 1918 günü
İstanbul'a geldi. Artık Türkiye, mütareke şartlarını yaşıyordu ve kendisi de
Harbiye Nezareti emrine verilmiş bir Ordu Kumandanı idi. Memleket ve milletin
içinde bulunduğu şartlar ağır idi. Büyük bir savaş sonunda, mağlup bir devlet olarak
30 Ekim 1918'de "Mondros Mütarekesi" adı verilen şartları ağır bir
anlaşma imzalanmış, bu anlaşma şartlarına dayanılarak memleketin birçok bölgesi
galip devletlerce işgal edilmiş, ordumuz dağıtılmış, bütün silâh ve cephane
galip devletlerin emrine verilmişti. Osmanlı memleketleri tamamen parçalandığı
gibi, Türk'ün ana yurdu, Anadolu da galip devletler arasında taksime uğruyordu.
İtalyanlar Antalya'ya çıkmıştı. İskenderun, Adana, Mersin, Antep,
Maraş, Urfa işgal altında idi. Kars'ta İngilizler
idareyi ele almıştı. Trakya işgal altında idi. Düşman donanması İstanbul
sularında demirlemişti. Çanakkale ve İstanbul Boğazları tutulmuştu. İstanbul ve
İstanbul Hükûmeti İtilâf Devletlerinin baskı ve
kontrolü altında idi. Padişah ve hükümet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın
bir vaziyette sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş yolu aramakta idiler.
Anadolu'nun her şehrinde ecnebi subaylar dolaşıyor, İtilâf Devletleri
temsilcisi sıfatıyla direktifler veriyorlardı. Yunanlılar da İzmir'i işgal
hazırlıklarıyla meşguldü; bu yolda büyük çaba harcıyorlar, İtilâf Devletlerini iknaya çalışıyorlardı. Nihayet 15 Mayıs 1919'da bu
gayelerine eriştiler. Olayların bu şekilde gelişeceğini Mustafa Kemal, önceden
sezinlemişti. Nitekim Mondros Mütarekesi'nden 5 gün sonra, 5 Kasım 1918'den
itibaren Harbiye Nezaretinden Mondros Mütarekesi gereğince ordulara terhis
emirleri gelmeğe başladı. Atatürk, aynı gün Adana'dan Sadrazam Ahmet İzzet
Paşa'ya ilk ikaz telgrafını çekti: "Ciddî olarak arz ederim ki gereken
tedbirleri almadıkça orduyu terhis etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve
İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeğe imkân kalmayacaktır. Bu, Atatürk'te, her şey bitti
zannedilen bir zamanda da kurtuluş ümidinin sönmediğini, pek çoklarının düştüğü
yeis ve ümitsizliğe asla kendisini kaptırmadığını gösterir. Fakat, acıdır ki
Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bütün bu haklı itirazlar etkisiz kalır ve· ordunun terhisine süratle
devam edilir. Çünkü genel kanaat, İtilâf Devletleri ile herhangi bir mücadeleye
giremeyeceğimiz, böyle bir mücadelenin aleyhimize sonuçlanacağı idi. O halde
İtilâf Devletlerini gücendirmeyecek, Mondros Mütarekesi şartlarını yerine
getirecektik. İstanbul Hükümetinin görüşü ve davranışı bu idi. Padişah ve
hükümetini saran bu umutsuzluğa rağmen, milletimiz, haksız işgal ve istilâlara
karşı nefsini müdafaa yolunda her çabayı gösteriyor; memleketin çeşitli
yörelerinde düşmanla mahalli kuvvetler arasında çarpışmalar oluyordu. Diğer
taraftan mütecaviz düşmana karşı koymak ve kurtuluş çareleri aramak üzere
Anadolu'da yer yer milli teşkilâtlar oluşturuluyordu.
Ancak bütün bu kuruluşlar, ayrı ayrı çalışmaları
sebebiyle istenilen ölçüde etkili olamıyorlar, bütün memleketi kapsayan bir
hareket ve birlik gösteremiyorlardı. Mütareke Türkiye'si, aklın alamayacağı
derecede karışık bir Türkiye'dir. Bölgesel direnme hareketlerine öncülük eden
Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Redd-i İlhak gibi
cemiyetlerin yanı sıra özellikle İstanbul'da güya kurtuluş çareleri arayan
yüzlerce cemiyet kurulmuştu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri
Cemiyeti, Türk-Fransız Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam, Müzaheret Cemiyeti
bunların başlıcalarıdır. Kurtuluş çareleri değişikti. Bir kısmı İngilizlerin,
bir kısmı Fransızların himayesini istiyordu, bir kısmı Amerikan mandasını
öneriyordu. Bir kısım kimseler de Mondros Mütarekesi gereğince padişah ve
halife için hükümranlık hakkı tanınan küçük bir bölgede Osmanlı Devleti'ni
sembolik olarak devam ettirme düşüncesinde idiler. Memleketin içinde bulunduğu
karışıklıktan istifade çareleri arayan bazı cemiyetler de vatan toprakları
üzerinde millî birliği parçalayıcı faaliyetlere girişmişlerdi. Bu durum
karşısında ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi. Tarih kültürü çok geniş olan ve
tarihten sonuç çıkarmasını çok iyi bilen Atatürk, gerçek kararı sezmekte
gecikmedi. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe
dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak idi. Atatürk'e
göre önemli olan "Türk Milleti’nin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıydı. Ne
kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet,
medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık
görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık
vasıflarından yoksunluğu, acizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey
değildi. Halbuki Türk'ün haysiyet ve gururu çok yüksek ve büyüktü. Böyle bir
millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyiydi. Öyleyse Milli Mücadelenin
parolası "Ya istiklâl ya
ölüm!" olacaktı.
Artık
Anadolu'ya geçerek Millî Mücadele bayrağını açmak
gerekiyordu. İşte bu sıralarda, Mustafa Kemal Paşa'yı İstanbul'dan
uzaklaştırmak amacıyla, kendisine Dokuzuncu Ordu Müfettişliği teklif edildi.
Mustafa Kemal Paşa, kendisine geniş salâhiyetler tanıyan bu vazifeyi kabul
etti. 16 Mayıs 1919 günü Bandırma vapuru ile İstanbul'dan hareket eden Mustafa
Kemal Paşa,19 Mayıs 1919 sabahı Samsun'da Anadolu topraklarına ayak bastı.
Kendisinin Anadolu'ya gönderiliş gerekçesi, "Samsun ve çevresindeki
asayişsizliği yerinde görüp incelemek ve tedbir almaktan ibaretti. Hükümete
verilen İngiliz raporlarında, bu bölgede Türklerin, Rumlara karşı gerilla
hareketine giriştikleri ve bölgenin asayişini bozdukları bildirilmekte ise de
durum tam tersine idi. Bu bölgede, Pontus Rum Devleti
kurma amacına yönelik geniş bir Rum faaliyeti vardı. Baskı gören Rumlar değil,
Türklerdi. Rum Patrikhanesinden idare edilen Mavri
Mira Cemiyeti bu bölgede kurduğu çeteler vasıtasıyla Türk köylerini basıyor,
katliamlar yapıyor, yerli halkı yıldırmak istiyordu. Bu girişimlere karşı
vatansever Türkler de mukabil çeteler oluşturmuşlar; bölge Rumları ile
mücadeleye başlamışlardı. Bütün bu gerçeklere rağmen Mustafa Kema1 Paşa'ya
verilen talimat gereğince bölge Türklerinin direnmeleri önlenecekti. Mustafa
Kemal Paşa, görevi kabul için Ordu Müfettişliği sıfatı ve geniş salâhiyetler
istedi. İstanbul Hükümeti bu istekleri de kabul etti. Saray ve İstanbul
Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa'nın bu görevi yapacağını zannetmişti. Oysaki Mustafa
Kemal'in düşünceleri tamamen başka idi. Ama bu görev, kuşkuları çekmeksizin
Anadolu ya geçmek için
değerlendirilmesi gereken bir fırsattı. Kendisine verilen yetkileri de, geri
alınıncaya kadar milletin menfaatleri adına kullanmak vicdanî bir davranış idi.
Esasen olayların akışı da kısa zamanda bunu ispatlayacaktı. Mustafa Kemal Paşa
İstanbul'dan ayrılmadan önce başta sadrazam olmak üzere kabine azalarının hemen
hepsi ile ve en sonunda Padişahla görüşmüştü. Fakat bu kişilerin hiçbirinde
memleketi içinde bulunduğu badireden kurtaracak bir enerji, bir ümit ışığı
görmemiş, görememişti. İstanbul Hükümetinin ve Padişahın davranışlarında İtilâf
Devletlerini gücendirmemek görüşünün ağır ezikliğini hissetti. Oysaki onların
kararlarına uymak değil, karşı koymak lâzımdı. İşte Anadolu'ya bu gaye ile
gidiyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'dan ayrılırken yakın arkadaşlarına
söylediği şu sözler bu bakımdan büyük önem taşımaktadır: "Düşman süngüsü
altında milli birlik olamaz. Ancak hür vatan topraklarında memleketin istiklâli
ve milletin hürriyeti için çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek üzere
Anadolu'ya gidiyorum". Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçer geçmez planını uygulamaya başladı. 21 Mayıs 1919'da Kâzım Karabekir'e çekti. Telgrafta bu davranışını şöyle belirtiyordu:
"Umumî durumumuzun aldığı vahim şekilden pek müteessirim. Millet ve
memlekete borçlu olduğum en son vicdani vazifeyi yakından müşterek çalışma ile
en iyi şekilde yerine getirmek mümkün olacağı kanaati ile bu son memuriyeti
kabul ettim". Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a çıktıktan 2 gün sonra, 21 Mayıs
1919'da Genelkurmay Başkanlığına Samsun ve çevresindeki asayişsizliğin
sebeplerini açıklayan ne İstanbul Hükümetinin ne de İtilâf Devletleri
temsilcilerinin hoşlanmadığı şu telgrafı çekti: "Rumlar bu bölgede, Pontus Hükümeti teşkili gibi bir safsata etrafında
toplanmış ve Rum çeteleri hemen kâmilen siyasi bir şekle dönüşmüştür". 22
Mayıs 1919'da Samsun'dan Sadaret'e gönderdiği raporu da şu cümle ile noktaladı:
"Millet birlik olup hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef
almıştır". Bu anlamlı ifadede Anadolu'da beliren Milli Mücadele azmini
sezmemek mümkün değildir. İşte bu raporlar İstanbul'a geldikten sonradır ki
İtilâf Devletleri temsilcileri İstanbul Hükümetinden sordu: "Tanınmış bir
Türk generalinin Anadolu'da ne işi vardır?" Bunun üzerine İstanbul
Hükümeti, Anadolu'ya gönderdiği müfettişi geri çağırma girişimlerine başladı.
Artık Anadolu'da başlayan Millî Mücadele,liderini bulmuş, dağınık ve bölgesel
mukavemetler bir bayrak altında toplanmaya başlamıştı. Bunun ilk örneğini 22
Haziran 1919'da Mustafa Kemal imzasıyla Amasya'dan bütün memlekete duyurulan
bir tamimde görüyoruz. Bu genelgede kutsal bir ses işitiliyordu: "Vatanın
bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir. Milletin istiklâlini yine milletin
azim ve kararı kurtaracaktır". Bu cümleler Milli Mücadele'nin örgütlü
olarak fiilen başladığının onun imzası ile bütün cihana ilânı idi. Bu genelge
diğer bir maddesiyle beliren millî tehlike karşısında izlenecek ilk yolu da
belirtiyordu: "Her vilâyetten seçilecek milletin güvenini kazanmış
delegelerle, Anadolu'nun en emin yeri olan Sivas'ta derhal bir millî kongre
toplanacaktır". Mustafa Kemal Paşa, Amasya Tamimi adıyla ünlü bu
genelgesini yaptıktan sonra Erzurum'a geçmek üzere 27
Haziran 1919'da halkın sevinç gösterileri arasında Sivas'a geldi. Şehirde
kaldığı 1 günlük süre içinde, Erzurum Kongresi'ni takiben Sivas'ta yapılacak
Kongre için ilgililere gerekli direktifleri vererek Erzurum'a hareket etti.
Atatürk, 3 Temmuz 1919 günü Erzurum'a geldi. Kendisi der ki "Benim
Erzurum'a gelişim, bütün milletin ateşten bir çember içine alınmış olduğu bir
zamana tesadüf etti. Bütün millet bu çemberin içinden nasıl çıkılacağını
düşünmekte idi".15 Ilıca önlerinde Erzurumlular tarafından coşkun bir
şekilde karşılandığı zaman Çukurova da muhacir olarak bulunup Erzurum'a dönen
ihtiyar Mevlüt Ağa i1e aralarında geçen konuşma, bu
ateşten çember içinden mutlaka çıkılması gerektiği fikrini Atatürk'te daha da
perçinledi. İhtiyar, fakat dinç Mevlüt Ağa'ya Mustafa
Kemal Paşa sordu: - Çukurova gibi verimli bir memleketten niye döndün? Yoksa
geçinemedin mi? Mevlût Ağa derhal cevap verdi: -
Hayır Paşam, geçimimiz çok rahattı. Son günlerde işittim ki İstanbul'daki ırzı
kırıklar, bizim Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu
namertler kimin malını kime veriyorlar? Bu sözler, milletle beraber, millet
için çalışmak üzere Erzurum' a gelen Mustafa Kemal Paşa'yı çok duygulandırmış,
gözlerini yaşarmıştı. Etrafındakilere döndü ve : -"Bu milletle neler
yapılmaz. Atatürk, Erzurum'a gelişinden 5 gün sonra,8/9 Temmuz 1919'da
"Sine-i millette bir ferd-i mücahit olarak
çalışmak üzere çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa etti.
Artık bir millet ferdi olarak, milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi
vazifesine devam ediyordu. Askerlikten istifasını takiben Erzurumluların isteği
üzerine Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye
Cemiyeti Erzurum şubesinin Heyet-i Faale başkanlığına getirildi. Cemiyet,o
günlerde daha evvelce alınan bir karar gereğince doğu illerini kapsayan bir
kongrenin hazırlıkları içinde idi. Mustafa Kemal'in Heyet-i Faale reisi olarak
bu kongreye iştiraki mümkündü; fakat o, bu kongreye özellikle Erzurum'dan üye
olarak iştirak etmek istiyordu. Ne çare ki Erzurum üyeleri evvelce seçilmişti;
ama buna da Bir çözüm bulundu. Erzurum'un iki değerli evlâdı, Kâzım Yurdalan ve Cevat Dursunoğlu Erzurum üyeliğinden istifa etmek suretiyle
yerlerini Mustafa Kemal ve Rauf Bey'e bıraktılar. Bu suretle Mustafa Kemal
Paşa'nın kongreye girişi meşruluk kazandı.
Erzurum
Kongresi,23 Temmuz 1919'da tek katlı bir ilkokul salonunda 62 delegenin
iştirakiyle toplanmıştı. Kongre bir kurucu meclis gibi çalışarak 14 gün devam
etti ve 7 Ağustos 1919 da çalışmalarına son verdi. Kongreyi geçici başkan
olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış,
delegelerin isim okunarak yoklaması yapıldıktan sonra başkanlık seçimine geçilmişti. Yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa başkan
seçildi. Millî Mücadele'ye bayrak olan bir kongrenin Erzurum'da toplanışı bir
tesadüfün eseri değildi; Mondros Mütarekesi'nden sonra müdafaa şuurunun en
keskin bir şekilde meydana çıktığı bölgelerden biri Erzurum idi. Zira Mütareke
hükümlerine göre asırlarca şehit kanıyla sulanmış Erzurum topraklarını da içine
almak üzere bir Ermenistan kurulması isteniyordu. Bu durum, bölgedeki millî
birlik ve mukavemet şuurunu daha da bileyledi. Keza
Kongre'ye Doğu Karadeniz il ve kasabalarını temsil etmek üzere 17 delege ile
iştirak eden Trabzon'da da Pontus tehlikesi vardı.
Bölge Rumları, Mondros Mütarekesi'nden faydalanarak Doğu Karadenız
şehirlerini kapsayacak bir Pontus Rum Devleti kurma
hayali içindeydiler. Bu bakımdan Doğu Anadolu şehirleri ile tehlike müşterekti.
Erzurum Kongresi güç şartlar altında toplanıyordu. Çünkü Kongre üyelerinin
vilâyetlerce gerek seçiminde, gerekse seçilenlerin Kongre'ye gönderilmesinde
büyük güçlükler çıkarılıyordu. Mülkî âmirlerin büyük kısmı, İstanbul
Hükümetinin baskısı ile delegeleri korkutuyorlar, yola çıkmalarını
engelliyorlar, hatta bazı vilâyetler kesin olarak delege göndermemekte direniyorlardı.
Elâzığ, Diyarbakır ve Mardin illerinden seçilen üyeler valilik baskısı
sebebiyle yola çıkmaktan alıkonulmuşlar, dolayısıyla Kongre'ye iştirak
edememişlerdi. Bu sebeple Kongre'nin toplanabilmesi için Müdafa-i
Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum şubesinin gayretleri yanında Mustafa Kemal
Paşa tarafından da ciddî teşebbüslerde bulunmak icap etti. Vilâyetlerin her
birine açık telgraflar gönderilmekle beraber, bir taraftan da şifre
telgraflarla valilere, komutanlara gerektiği şekilde tebligatta bulunuldu.
Nihayet yeteri kadar temsilci getirtilip Kongre'yi toplamaya muvaffak olundu.
İşte bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleştirilen Erzurum Kongresi, Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti
Erzurum Şubesi ile Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti'nin müştereken hazırladığı
bir Kongre idi. O günkü mülkî taksimatta Trabzon'un kapsadığı Doğu Karadeniz il
ve il elerinden 17, Erzurum un kapsadığı il ve ilçelerden 25, Sivas'ın
kapsadığı il ve ilçelerden 14, Bitlis'ten 4 ve Van'dan 2 delegenin iştiraki ile
toplam 62 üye ile toplanmıştı. Bugünkü idarî taksimat göz önüne alındığı
takdirde 30'a yakın Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz illerini ve bunların
ilçelerini kapsamaktadır. Erzurum Kongresi'nin toplanışı ve çalışmalarına
başlamasıyla İstanbul da Saray ve Hükûmet tarafından,
Anadolu'da yükselen bu kurtuluş sesini boğmak için yoğun bir faaliyet başladı.
Ajanslarla Mustafa Kemal'in devlete başkaldıran bir asi olduğu, Erzurum
Kongresi'nin kanunsuz toplandığı ilân edildi. Mustafa Kemal Paşayı tutuklamak
için her türlü tedbire başvuruldu. İstanbul Hükûmeti,
Erzurum Kongresi'nin dağılmasını, Kongre ye katılanların yakalanarak İstanbul
Divan-ı Harbine sevklerini emretti ise de millet fertlerini saran o zamanki
millî hava içinde hiçbir makam bu emri yerine getirmeye teşebbüs edemedi. İşte
bu derece güç şartlar içinde gerçek bir vatan aşkıyla her türlü tehlikeyi göze
alarak toplanan Erzurum Kongresi Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu.
Türk Kurtuluş Savaşı' nın ilk temelleri bu Kongre'de
atılmış, alınan tarihî kararlar Millî Mücadele'nin temel kurallarını
oluşturmuştu. Erzurum Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir: 1- Doğu
illeri ile Trabzon ve Canik sancağı hiçbir sebep ve
bahane ile Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan bir bütündür.
Bu
demekti ki ne doğu illeri Ermenistan sevdasıyla, ne Karadeniz illeri Pontus hulyasıyla anavatandan
ayrılamayacaktır. Bu karar, vatanı ve milleti bölmek isteyenlere karşı ilk
esaslı ihtardı. 2- Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı, millet birlik
olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.
Bu
madde ile milletin, her türlü işgal ve müdahaleyi kesin olarak reddettiği,
birlik halinde direneceği bildiriliyordu. Vatan topraklarına yönelik hiçbir
işgal ve müdahale, karşılıksız kalmayacaktı. Millet işgal ve istilâyı birlik
halinde püskürtmeye kararlıydı. 3- Vatanın ve istiklâlin muhafaza ve teminine
İstanbul Hükümeti muktedir olamadığı takdirde, gayeyi temin için Anadolu'da
geçici bir hükümet kurulacaktır.
İstanbul
Hükümetinin hali ve tutumu belliydi; güçsüz ve beceriksizdi. Memleketi Mondros
Mütarekesi ile kayıtsız şartsız galip devletlere teslim etmişti. Ülkeyi
uçurumun kenarından ancak ve ancak millî iradeye dayanan bir hükümet
kurtarabilirdi; bu mutlaka gerçekleştirilecekti. Esasen Erzurum Kongresi bu
amaca yönelik ilk adımdı. 4- Kuva- i Milliyeyi amil ve irade-i Milliyeyi
hâkim kılmak esastır. Kuva-yi Milliye’den
kasdedilen millî kuvvetler, milletin bağrından
çıkacak millî bir ordu idi. Bu ordu, milletin kutsal gayesi uğrunda Milletin
arzu ve eğilimleri yönünde mutlaka zafere ulaşacaktı. Milli iradeyi hakim
kılmak aynı zamanda demokratik bir esastı. Bu esasta Cumhuriyet rejiminin ilk
kıvılcımlarını sezmemek mümkün değildi. 5- Hıristiyan azınlıklara siyasî
hakimiyet ve sosyal dengemizi bozan imtiyazlar verilemez.
Memleketteki
azınlıklar yer yer siyasî egemenlik davasına
kalkışmıştı. Memleket bütünlüğünü bozucu, vatanı parçalayıcı bu gibi
davranışlara imkân verilmeyecekti. Azınlıklara sosyal dengemizi bozan ekonomik,
hukuksal ve kültürel -her ne çeşit olursa olsun- ayrıcalıklar ve üstünlükler
tanınmayacaktı. 6- Manda ve himaye kabul olunamaz. Türk milleti her şeyi göze
alarak istiklâli için silâha sarılmıştı. Hiç kimseden lûtuf
ve yardım beklemiyordu; yabancı devletlerden merhamet istemiyordu. Her ne
pahasına olursa olsun istiklâl mutlaka gerçekleşecekti. Parola "Ya istiklâl ya ölüm" idi. 7-
Milli Meclis'in derhal toplanmasına ve hükümet işlerinin meclisin denetimi
altında yürütülmesine çalışılacaktır. MilletılMe evletlerinin baskısı ve Padişah fermanı ile kapatılmış olan
clısı derhal toplanmalı, hıikûmetin
millet ve memleketin mukadderatı ile ilgili vereceği her türlü karar böyle bir
meclisin denetiminden geçirilmeliydi. Hükûmet
kararları ancak bu şekilde meşruluk kazanacaktı. 8- Milletimiz insanî ve asrî
gayeleri tebcil, fennî, sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder. Bu
cümle ile Türk milletinin yeniliklere açık ruhu belirtiliyordu. Denilmek isteniyordır ki Türk milleti insanî ve uygar amaçların
değerini bilen ve kavrayan bir millettir. Nitekim Atatürk milletin çehresini
değiştiren büyük inkılâplara başladığı zaman "yaptığımız ve yapmakta
olduğumuz inkılâpların gayesi, milletimizi her bakımdan uygar bir toplum haline
getirmektir. İnkılâplarmızın temel kuralı
budur", diyecekti. Kararda geçen "Milletimiz fennî. sınaî ve iktisadî
hal ve ihtiyacımızı takdir eder" ifadesinde de harap bir memleketi
bayındır hale getirmek için gelecekte gerçekleştirilecek kalkınma hamlelerine
işaret edilmekte idi. Erzurum Kongresi, memleketin bütününü ilgilendiren bu
tarihî kararlarıyla bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra
gelişecek tüm olayları büyük ölçüde etkilemişti. Zira Sivas Kongresi kararları,
Erzurum Kongresi kararlarına dayandı. Misak-ı
Millî'nin esasında Erzurum Kongresi kararları yer aldı. Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin toplanış ve açılış gerekçesi Erzurum Kongresi kararlarına
oturtuldu. Mudanya ve Lozan antlaşmalarının bağımsızlığı savunan ruhu; ilhamını
Erzurum Kongresi kararlarından aldı. Cumhuriyet rejiminin ruhu, irade-i milliyeyi hâkim kılmak esasında toplandı. Ve nihayet
"Milletimiz insanî ve asrî gayeleri tebcil eder" cümlesiyle Atatürk
inkılâplarının ilk kıvılcımları Erzurum Kongresi'nde parıldadı. Sonuçları
bakımından bu derece önem taşıyan Erzurum Kongresi için Mustafa Kemal Paşa,
kapanış konuşmasında "Tarih, bu Kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir
eser olarak kaydedecektir" ifadesini kullandı. Erzurum Kongresi, 7 Ağustos
1919 günü -kendisi adına bü- tün yetkileri
kullanacak- 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçerek
çalışmalarına son verdi. Şimdi Heyet-i Temsiliye'yi
ve onun başkanını büyük bir görev bekliyordu. Erzurum Kongresi'nde parlayan
kıvılcımı söndürmemek, Sivas'ta onu meş'ale haline
getirerek millî kurtuluşa daha emin adımlarla yürümek gerekiyordu. Bu
sebepledir ki Mustafa Kemal Paşa, doğu illerinin mukadderatı için toplanan
Erzurum Kongresi'ni -gayesini daha da genişleterek- bu amaca yöneltmek istedi.
Bu sebepledir ki Erzurum Kongresi'ni Sivas Kongresi'ne bağlayarak Millî
Mücadele'ye memleket yüzeyinde genişlik kazandırdı. Sivas Kongresi günlerinde
de memleketin içinde bulunduğu ağır mütareke şartları bütün acılığı ile devam
ediyordu. Mondros Mütarekesi'nin milletimiz aleyhirıe
haksız ve insafsız bir şekilde uygulanması, İzmir'e çıkmış olan Yunanlıların
İtilâf devletlerinden aldığı cüretle Anadolu'nun içine doğru ilerlemesi,
çeşitli şehirlerimizin işgali Sivas Kongresi günlerinde de birbirini izledi.
İşte böyle bir hava içinde Mustafa Kemal Paşa, bir kısım Heyet-i Temsiliye üyeleriyle beraber Sivas Kongresi'ne iştirak
etmek üzere 2 Eylül 1919'da Erzurum'dan Sivas'a geldi. Sivas, Millî Mücadele
liderini emsalsiz sevgi gösterileri ve coşkıın bir
sevinçle karşıladı.
Sivas
Kongresi, 4 Eylül 1919 günü o zamanlar "Mekteb-i
Sultanî" olarak kullanılan bir binanın salonunda, 38 delegenin iştiraki
ile toplandı. Kongre 8 gün devam etti ve 11 Eylül 1919'da Heyet-i Temsiliye seçimini takiben bir beyanname yayımlayarak
çalışmalarına son verdi. İlk oturumda yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa.
başkan seçildi. Erzurum Kongresi'ni takiben bütün memleketi temsil eden
böylesine önemli bir Kongre'nin özellikle Sivas'ta toplanışı, şehrin stratejik
durumu ile ilgili idi. Anadolu'nun ortasında yer alan bu şehrimiz -mütareke
şartları gereğince İtilâf devletlerini temsilen bazı
subaylar bulunmasına rağmen- işgal altında değildi. Ulaşım bakımından Anadolu
yollarının birleştiği bir kavşak durumunda idi: o günkü imkânların elverdiği
ölçüde çeşitli Anadolu şehirlerine şu veya bu şekilde bağlanabiliyordu. Her ne
kadar Fransızlar Adana üzerinden, İngilizler Samsun'dan şehri işgal tehdidinde
bulunuyorlarsa da Mustafa Kemal Paşa, böyle bir işgalin düşmana çok pahalıya
mal olacağını hesaplıyordu. Bütün bu avantajları yanında Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti Sivas Şubesi ,şehirde oldukça iyi teşkilâtlanmıştı. İşte bu şartların
oluşturduğu hava içinde gerçekleşen Sivas Kongresi doğrudan doğruya Mustafa
Kemal'in çağrısı üzerine toplanmış , bir millî kongredir. Kongre nin 38 üyesinden 31'ini Batı ve Orta Anadolu illerinden
gelen üyeler, 7'sini ise Doğu Anadolu illerini temsilen
Erzurum Kongresi'nce seçilen Heyet-i Temsiliye
oluşturmuştu. Böylece Batı ve Orta Anadolu illerinden seçilen delegelerle Doğu
illerini temsilen gelen Heyet-i Temsiliye,
Sivas Kongresi'ne memleket çapında bir genişlik ve bütünlük kazandırdı
Tarihî
bir gerçek olarak belirtmek gerekir ki Sivas Kongresi'nin toplanışı sırasında
da Erzurum Kongresi'nde olduğu gibi İstanbul Hükûmeti
ve idarecileri büyük engeller çıkardılar. Bu sebepledir ki Ankara ve diğer bazı
şehirlerimizden valilik baskısı ile delege seçilemedi. Bazı vilâyetlerden
seçilen delegeler de aynı baskı nedeniyle yola çıkmaktan alıkonuldu,
dolayısıyla Kongre'ye iştirak edemedi. Sivas Kongresi'nin toplanması için
Sivas'ta bulunan Fransız Jandarma Müfettişi Brüno da
baskı yaptı. Vali Reşit Paşa ile görüşerek böyle bir Kongre gerçekleştiği
takdirde Sivas'ın işgal edileceğini ve Kongre'nin dağıtılacağını bildirdi.
İngilizler de Samsun üzerinden Sivas'ı işgal edecekleri tehdidinde bulundular.
Fakat Mustafa Kemal'in her güçlüğü aşan azmi önünde, bütün bu tehditler
sonuçsuz kaldı. İstanbul Hükûmeti Erzurum
Kongresi'nde yaptığı gibi Sivas Kongresi sırasında da bütün gücüyle Mustafa
Kemal'i tevkife yönelmişti. Anadolu'nun hemen her valisine telgraflar çekilerek
Mustafa Kemal'in ne pahasına olursa olsun tutuklanarak İstanbul'a gönderilmesi
isteniyordu. Bunu gerçekleştirmek üzere valiliklere, mutasarrıflıklara yeni
atamalar yapıldı. Fakat hiçbir idareci, şahlanan millî irade ve millî hava
içinde İstanbul Hükûmetinin isteklerini yerine
getirmek cesaretini gösteremedi. Sivas Kongresi'nin diğer bir özelliği de
delegelerin vatanın kurtuluşu ve milletin mutluluğundan başka hiçbir kişisel
maksat izlemeyeceklerine, mevcut siyasî partilerden hiçbirinin amaçlanna hizmet etmeyeceklerine dair Kongre'de yemin
etmeleri olmuştu. Bu suretle Millî Mücadele'nin hiçbir siyasî parti adına
yapılmadığı, tamamen milleti ve memleketi kurtarma amacına yönelik bir hareket
olduğu açıkça belirtilmiş oluyordu. Sivas Kongresi kararları şu şekilde
özetlenebilir:
1-
Millî sınırlar
içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür; birbirinden ayrılamaz. Evvelce
toplanan Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz vilâyetlerinin hiçbir
sebep ve bahane ile anavatandan ayrılamayacağını ilân etmişti. Sivas Kongresi
sahip olduğu tam yetki ile bu karara bütün memleketi kapsayan bir genişlik
kazandırdı.
2-
Her türlü işgal
ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet
edecektir. Erzurum Kongresi'ni toplanmaya davet eden başlıca tehlike Doğu
Karadeniz Bölgesinde kurulması düşünülen Pontus Rum
devleti ile Doğu Anadolu illerini içine kalacak bir Ermenistan tehlikesi idi.
Sivas Kongresi, batıdan gelen Yunan tehlikesini de göz- önüne alarak, vatan
topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahalenin karşılıksız kalmayacağını
mütecaviz düşmana açıkça bildiriyordu.
3-
İstanbul Hükûmeti, haricî bir baskı karşısında memleketimizin
herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa vatanın bağımsızlığını ve
bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır. Bu madde ile
İstanbul Hükûmetinin millet menfaatlerine aykırı
herhangi üir karar veya davranışına milletin kayıtsız
kalmayacağı, gerektiğinde millî iradeye dayanan bir hükûmetin
derhal kurulacağı açıkça belirtiliyordu.
4-
Kuva-yı milliyeyi
âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.
Erzurum
Kongresi'nde belirlenen bu kural, Sivas Kongresi'nde perçinleştiriliyordu,
Memleketi kurtaracak tek kuvvet, millî ordu idi. Bu ordu, milletin iradesi ve
eğilimleri yönünde savaşacâk, bağımsızlık mutlaka gerçekleşecekti. Millet artık
egemenliği- ni kendi eline almıştı; kendi
hâkimiyetinden başka hiçbir güç tanımıyordu. Bu esas gelecekteki Cumhuriyet
rejiminin esaslarını oluşturuyordu.
5-
Manda ve himaye
kabul olunamaz. Erzurum Kongresi'nde karar altına alınan bu görüş, Sivas
Kongresi'nce de onaylanarak Millî Mücadele'nin temel kuralı haline
getiriliyordu. Millî kurtuluş hareketinin parolası hiçbir devletin merhametine
sığınmaksızın" Ya istiklal ya
ölüm!" dü.
6-
Millî iradeyi
temsil etmek üzere Millet Meclisi'nin derhal toplanması mecburidir. Erzurum
Kongresi kararlarında da belirtilen bu istek, artık bir mecburiyet olarak
gösteriliyordu. Aksi takdirde hükûmet kararları millî
iradeyi yansıtmayacaktı.
7-
Aynı
gaye ile millî vicdandan doğan cemiyetler "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirilmiştir.
Erzurum
Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgelerindeki millî cemiyetleri
"Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adıyla bir merkezde
toplamıştı. Sivas Kongresi, bu örgüte -bütün Anadolu ve Rumeli Cemiyetlerini de
içine almak üzere- memleket çapında bütünlük kazandırdı.
8- Mukaddes maksadı ve umumî teşkilâtı idare için Kongre tarafından bir Heyet-i
Temsiliye seçilmiştir.
Erzurum
Kongresi, Doğu illerini temsilen 9 kişilik bir
Heyet-i Temsiliye seçmişti. Sivas Kongresi'nce 6 kişi
daha seçilmek suretiyle "Heyet-i Temsiliye"
genişletilmiş, bu suretle Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar
memleket mukadderatında yegâne söz sahibi bir kurul oluşturulmuştu. Sivas
Kongresi, Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek, bu kararlara bütün
memleketi kapsayan bir nitelik kazandırması bakımından İnkılâp Tarihimizde
büyük öneme sahip bir Kongre'dir. Üyelerinin, bütün memlekete şamil olması
sebebiyle de Millî Mücadele başlangıcında Türkiye'nin mukadderatını çizen,
bütün milletin tek vücut halinde birlik olduğunu dünyaya ilân eden millî bir
Kongre'dir. Bunun içindir ki tesirleri Erzurum Kongresi'nden daha geniş oldu.
Sivas Kongresi'nden sonra Mustafa Kemal Paşa'nın amacı en kısa zamanda
Anadolu'da millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin
kuracağı hükûmet ile Millî Mücadele'yi bir merkezden
idare etmek idi. Dâhi adam, bu büyük işi gerçekleştirmek üzere Sivas
Kongresi'nden sonra da Heyet-i Temsiliye Reisi
sıfatıyla millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda -bütün engelleri aşarak-
azimle çalıştı. Bu devre esnasında Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye
i1e temas temini ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükûmeti,
temsilcileri vasıtasıyla 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya'da onunla
görüşmüş ve bir Millet Meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Bu görüşme İnkılâp
Tarihimizde "Amasya Mülâkatı" olarak bilinmektedir. Mustafa Kemal,
Meclisin Anadolu'da toplanmasını istemesine rağmen, Meclis 12 Ocak 1920'de
İstanbul'da toplandı. Fakat İngilizlerin ve gerekse onlara âlet durumunda olan hükûmet adamlarının baskısı sebebiyle olumlu bir faaliyet
gösteremedi. Sadece Erzurum ve Sivas Kongrelerinin esaslarını "Misak-ı Millî" halinde kabul ve ilân etti. Mustafa
Kemal Paşa, 27 Aralık 1919'da bir kısım arkadaşları ve Heyet-i Temsiliye üyeleri i1e beraber Ankara'ya gelmişti. Artık
Millî Mücadele Ankara'dan yönetiliyor, İstanbul'daki asker ve sivil birçok
vatansever, Bağımsızlık Savaşında görev almak üzere Ankara'ya geliyordu. Bir
süre sonra,16 Mart 1920 tarihinde İstanbul, İtilâf devletleri tarafından fiilen
işgal edildi; şehir yabancılar tarafından tamamen askerî kontrol altına
alınmıştı. Bu şartlar altında Meclis de faaliyet gösteremeyeceğini anlayarak
dağıldı; zaten bu sıralarda milletvekillerinin bir kısmı da İngilizler
tarafından tutuklanmış bulunuyordu. Mustafa Kemal, İstanbul'un işgali üzerine
valiliklere ve kolordu komutanlıklarına talimat vererek Ankara'da toplanacak
fevkalâde salâhiyete sahip bir meclise yeni temsilciler seçmelerini bildirdi.
Seçimler sür'atle sonuçlandi.
Nihayet 23 Nisan 1920'de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle
Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini
ve egemenliğini temsil eden bu Meclise ve onun hükümetine de başkan seçilerek
artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal
lideri oldu. Ama memleketin içinde bulunduğu şartlar, kendisinin omuzlarına
yüklenen görevi gerçekten çok ağırdı. Tarihten silinmek istenen bir milletin
ölüm kalım savaşının,. istiklâl mücadelesinin liderliğini yapıyordu. Ankara'da
Millet Meclisi'nin açılması, milli bir hükûmetin
kurulması üzerine Padişah ve İstanbul Hükûmeti de
millî mücadeleyi daha geniş ölçüde baltalama yollarına sapmıştı. Anadolu'da binbir fedakârlıkla oluşturulan millî kuvvetlere karşı
halife ve padişah orduları kuruluyor, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele
kahramanları, âsi sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu. Diğer taraftan
İzmir'e çıkan Yunanlılar da Anadolu içlerine doğru taarruza hazırlânıyordu.
Mütareke ile örgütlü ordu resmen dağıtılmış, silâhları alınmış olduğundan,
işgal altındaki yörelerde düşmana ancak mahallî kuvvetler ve gönüllü müfrezeler
karşı koyuyordu. Bu düşman saldırılarının yanı sıra Anadolu'nun bazı
yörelerinde Anzavur gibi, Çopur Musa gibi, Postacı
Nâzım gibi aldatılmış kişilerin elebaşılık ettiği iç
isyanlar devam ediyordu. Bütün bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara rağmen
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, kısa zamanda
duruma hakim olarak düşman kuvvetlerine karşı çeşitli cephelerde büyük
başarılar kazanmaya başladı. Doğu cephesinde XV. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz büyük başarılar
kazandı. Bu bölgede Oltu, Sarıkamış ve Kars'ı işgal suretiyle sınır
şehirlerimize tecavüz eden Ermenilere karşı 28 Eylül 1920'de taarruza geçilerek, merkezi Erivan'da bulunan Ermeni Cumhuriyeti
ordusu mağlup edildi ve 29 Eylül 1920'de Sarıkamış, 30 Ekim 1920'de Kars tekrar
geri alındı. Ermenilerin barış isteği üzerine 2/3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalanarak savaşa son verildi.
Gürcistan'a da Ardahan ve Artvin vilâyetlerimiz tahliye ettirildi.
Güney
cephesinde de Adana, Urfa, Antep
ve Maraş bölgelerirıde Fransız birlikleriyle mahallî kuvve'tler arasında şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonuçta
Fransızlar 12 Şubat 1920'de Maraş'tan, 11 Nisan 1920 günü de Urfa'dan çekilmek zorunda kaldılar. 21 Ekim 1921'de
Fransızlarla yapılan "Ankara Antlaşması" Adana, Mersin, Gaziantep ve
diğer bazı şehirlerimizin kurtuluşuna uzandı. Yunanlılar 1920 Haziranında,
Ankara'da kurulan iki aylık yeni hükûmetin içinde
bulunduğu güç şartlardan yararlanarak 22 Haziran 1920 günü Batı Cephesinde
umumî taarruza geçmişler, büyük kısmı ile gönüllülerden oluşan kuvay-ı milliye cephesini yararak 8 Temmuz 1920 günü
Bursa'yı, 29 Ağustos 1920 günü de Uşak'ı işgal etmişlerdi. Bu olaylar
seyrederken Padişah ve İstanbul Hükûmeti de 10
Ağustos 1920'de İtilâf devletleriyle Sevr Antlaşmasını imzalamak suretiyle dış
düşmanlarımızla birleşmiş oluyordu. Yunanlıların Batı cephesinde ilerleyişi,
birçok bölgelerin kuvvet yetersizliği sebebiyle işgal edilmesi üzerine Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, cephe komutanları ile
görüşmüş, artık gönüllü kuvvetler yerine düzenli bir ordu kurulması gereğini
ilgililere bildirmişti. Çünkü olaylar gösteriyordu ki, millî mücadelenin
başarısı, bütün kuvvetlerin tek bir otorite altında toplanmalarına bağlı idi.
Bu da millî müfrezelerin, milis kuvvetlerinin, gönüllü teşkilâtların ordu
içinde düzenli kıtalar haline getirilmesini gerektiriyordu. Çete halinde
dağınık savaşa son verilecek, bütün millî müfrezeler ve gönüllü kuvvetler ordu
içinde disiplin ve eğitime tabi tutulacaktı.
Artık, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kema1 Paşa, Millî Savunma
Bakanı Fevzi Çakmak Paşa ve Genelkurmay Başkanı ve aynı zamanda Batı Cephesi
Komutanı Albay İsmet Bey, bütün çalışmalarını düzenli ordunun gerçekleşmesine
vermişlerdir. Bu aylar, millî mücadele tarihimizin gerçekten en buhranlı, en
çetin aylarıdır. Şimdi 1920 yılının Aralık sonlarındayız. Bir çok millî
müfreze, gönüllü örgüt süratle millî ordu içinde toplanmaktadır. Ne çare ki
ellerinde bir kısım kuvvet bulunan Çerkez Ethem ve
kardeşleri, Batı Cephesi kuvvetlerine bağlı kalmak istememişler, başlarına
buyruk bir siyaset izleme yoluna gitmişlerdi. Bunlar, Millî Mücadele'nin güç
zamanlarında başardıkları bazı işlerin verdiği şımarıklıkla bulundukları
bölgelerde sivil memurları diledikleri gibi azlediyor, değiştiriyor, kendilerine
göre atamalar yapıyorlardı. Batı Cephesi, tek komuta altında örgütlendikçe,
düzenli kuvvetler haline geldikçe, Ethem ve
kardeşlerinin huzurları daha da kaçıyor, Batı Cephesi yanında Ankara Hükûmeti'ne, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne dil uzatmaktan
çekinmiyorlardı. Artık tutumları, millî hükûmete
karşı bir isyan halini almıştı. Durum gerçekten nazikti. Bin bir emek ve
fedakârlıkla kurulan düzenli orduda emir ve komuta birliğini temin bakımından
bu sorunun, kesin şekilde çözümlenmesi gerekiyordu. Zira Ethem
müfrezesi ordu içinde kaldıkça hiçbir zafer kazanılamayacağı gibi, aksine bu
âsi kuvvetler her başarıda orduya ayak bağı olacaktı. Bu sebeple hükûmet Çerkez Ethem
kuvvetlerinin ortadan kaldırılmasına karar verdi.
29
Aralık 1920 günü Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey'le Güney Cephesi Komutanı
Albay Refet Bey, Çerkez Ethem
ve kuvvetlerini ortadan kaldırmak üzere ileri harekete geçtiler. Kütahya
yörelerinde bulunan Çerkez Ethem kuvvetleri, Batı
Cephesi kuvvetlerin Kütahya'yı işgali üzerine Gediz'e çekildi. Millî kuvvetler,
âsileri takiple 5 Ocak 1921 günü Gediz'i de işgal edince Çerkez Ethem müfrezesi Simav yönüne çekilmek mecburiyetinde kaldı.
İşte şimdi Millî Mücadele'nin en dramatik anları yaşanmaktadır. Batı Cephesi
kuvvetleri Çerkez Ethem isyanını bastırmak üzere,
eski harp mevzilerinden çok uzaklaşmışlar, Gediz'e kadar ulaşmışlardır. Çerkez Ethem'i takip sebebiyle cephelerin boşaltıldığını,
askerlerin mevzilerden uzaklaştığını haber alan Yunanlılar, içinde bulunduğumuz
bu iç buhranı, Ankara Hükûmeti'nin bu çetin ve zor
ânını kendileri için büyük bir fırsat bilerek 6 Ocak 1921 günü hem Bursa, hem
Uşak cephelerinden sür'atle ileri yürüyüşe geçtiler.
Amaçları, Türk kuvvetlerini, zayıflayan mevzilerinde âniden bastırıp mağlup
etmek, bu suretle Eskişehir ve Afyon'u ele geçirerek kendilerine Ankara yolunu
açmaktı. Bu plan gerçekleştirildiği takdirde, henüz sekiz aylık millî hükûmeti doğduğu yerde boğmak, kolayca ortadan kaldırmak
güya mümkün olacaktı. Düşmanın, taarruz hedefi olarak seçtiği Eskişehir de,
Afyon da askerî yönden önemli kavşaklardı. Bu şehirlerimizin elden çıkışı,
önemli demiryollarının da düşman eline geçmesi
demekti. Hele, Bursa ve Uşak Cephelerinden ilerleyen düşman kolları, Kütahya
önlerinde birleşme imkânı bulursa, Çerkez Ethem'e karşı
geride bırakılan kuvvetlerimizi de arkadan vurabilirdi. İşte mağlubiyetimiz
halinde ortaya çıkacak korkunç tablo bu idi. Düşman taarruzu i1e gelişen bu
kritik durum üzerine, Batı ve Güney Cephesi komutanları vaziyeti görüşerek,
ister istemez Çerkez Ethem'in takibine ara vermeyi ve
Kütahya ve Gediz'e kadar gelmiş olan kuvvetlerimizin büyük kısmını vakit
geçirmeksizin İnönü ve Dumlupınar mevzilerine sevk etmeyi kararlaştırdılar.
Ancak Batı Cephesi kuvvetlerinin şimdi bulundukları Gediz ve Kütahya yöreleri
ile İnönü mevzileri arasında 3 günlük bir yol vardı. Eğer Yunanlılar, bizden
daha önce İnönü mevzilerine ulaşabilirlerse mukavemetsiz, Eskişehir'e kadar yol
almış olacaklardı. O halde yapılacak iş, son süratle İnönü mevzilerine
yetişerek ilerleyen düşmanı burada durdurmak olacaktı. Bu amaçla Çerkez Ethem ve kardeşlerine karşı bir kısım kuvvet, Kütahya
yöresinde bırakılarak, geri kalan kuvvetler İnönü mevzilerine hareket
ettirildi. Keza üç misli düşman kuvvetine karşı İnönü mevzilerini da- ha da
takviye etmek üzere, Ankara'da yeni kurulmakta olan 4. Tümen de Cepheye
çağrıldı. Ethem'in takibine ara vererek Kütahya'dan
hareket eden 11. Tümen de 9 Ocak sabahı, İnönü mevzilerine varmıştı. Öte yandan
Yunanlılar sürâtle ilerleyerek, 8 Ocak 1921 günü Çivril ve Pazarcık'ı, 9 Ocak
sabahı da Bilecik ve Bozüyük'ü işgal ettiler. Fakat bütün bu işgallere, güç
şartlara, iki ayrı düşmanla savaş mecburiyetine rağmen sonucun zaferle biteceği
hususunda başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla
sarsılmamıştı. Atatürk, 8 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi
kürsüsünden şunları söylüyordu: "Efendiler! Dahilde ve hariçteki
düşmanlarımız ister çok, ister az olsun, faaliyetlerinin genişliği ne olursa
olsun, kesin başarı, son başarı meşru bir ama izleyenlerde olacaktır." I.
İnönü Muharebesi, 9 Ocak 1921 günü öğleden sonra Yunanlıların Bozüyük yönünden
şiddetli taarruzu ile başladı. Ufak bir köyden ismini alan İnönü, şimdi Türk
Kurtuluş Savaşında dönüm noktası olacak bir muharebeye sahne oluyordu. Ve yıllar
sonrâ bu muharebeyi idare eden komutana, Atatürk tarafından "İnönü"
soyadı verilecekti. Muharebenin ilk günü Batı Cephesi kuvvetleri ile Yunanlılar
arasında çok çetin çarpışmalar oldu. Yunanlıların her taarruzu, karşı taarruzla
cansiperane püskürtülüyor, ilerlemelerine imkân verilmiyordu. Anlaşılan düşman,
umduğunu bulamamıştı. İnönü mevzilerinde boş cepheler yerine, Türk
kuvvetlerinin piyade ve topçu ateşiyle karşılaşmaları, onlar gerçekten
şaşırtmıştı. Muharebe,10 Ocak günü de sabahtan akşama kadar bütün şiddetiyle
devam etti. Bu sabah, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey de Gediz'den
muharebe meydanına gelmiş, savaşı bizzat ateş hattında idareye başlamıştı. Bir
ara bir alay kadar düşman kuvveti, mevzilerimizdeki bir boşluktan istifade
ederek Batı Cephesinin karargâhı bulunan İnönü istasyonunun kuzeyine kadar
sokulmaya muvaffak oldu. Bu kritik vaziyet karşısında cephe karargâhı
istasyondan alınarak süratle İnönü köyüne nakledildi ve cephenin bu kesimi
kuvvet kaydırarak takviye edildi. Askerlerimiz bugün de, aralıksız devam eden
düşman taarruzlarını, bir an gerilemeksizin göğüslüyorlar; Yunanlıların
ilerlemesine imkân bırakmıyorlardı. Şüphesiz ki ordumuz, bu taarruzlar
karşısında ağır zayiat veriyor; ama canından aziz bildiği kutsal vatan
topraklarını her ne pahasına olursa olsun, savunmadan geri kalmıyordu. En
nihayet tükenen, gücü kırılan düşman oldu. 2 gündür devam eden taarruzlarından
bir başarı elde edemediğini, edemeyeceğini anladı. Artık bu safhada onlar için
yapılacak bir şey vardı: Geri çekilmek! Gerçekten Yunan kuvvetleri,10 Ocak 1921
gecesi verdikleri kararla 11 Ocak günü sabahından itibaren Bursa yönünde geri
çekilmeye başladılar.
Bu zafer müjdesi üzerine,11 Ocak 1921 günü Atatürk, Batı Cephesi Komutanı Albay
İsmet Bey'e şu telgrafı çekiyordu: "Bu başarının, mukaddes topraklarımızı
düşman istilâsından tamamen kurtaracak olan kesin zafere hayırlı bir başlangıç
olmasını Allah'tan diler, Batı Cephesinin bütün subay ve erlerini kazandıkları
bu zafer dolayısıyla tebrik ederim".Gerçekten I. İnönü zaferi, Atatürk'ün
ifadesiyle kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmuş, onu II. İnönü, Sakarya, 26
Ağustos ve 30 Ağustos gibi daha büyük zaferler izlemiştir.
Artık sıra, Çerkez Ethem kuvvetlerinin de bırakılan
yerden takibine gelmişti. Sür'atle ileri harekata geçilerek bu âsi kuvvetlerde tamamen ortadan kaldırıldı.
Çerkez Ethem ve kardeşleri son çare olarak
Yunanlılara sığındılar. Bu isyanın bastırılması ile artık millî orduda emir ve
komuta birliği de tam olarak sağlanmış oldu. I. İnönü zaferi içerde ve dışarıda
büyük etkiler yarattı; büyük siyasî gelişmelere sebep oldu. Bu zaferden
sonradır ki, ümitsizlikler boğulmuş, yeni kurulan devlet, sarsılmaz temeller
üzerine oturmaya başlamış, 20 Ocak 1921 günü ilk Anayasamız, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nde kabul edilmişti. Yine bu zaferle içerde asayiş ve güven sağlanmış,
muntazam ordu kurma çalışmaları daha da kolaylaşmıştı.
I. İnönü zaferinin dışarıdaki etkileri de önemliydi. Bu zaferle düzenli ordu,
düşman karşısında ilk sınavını veriyor, dost ve düşman önünde yenilmez
iradesini sergiliyordu. Bu zafer, yabancı devletlere de artık, millî hükûmetin hatırı sayılır bir varlık olduğunu gösteriyordu.
Bu gelişmeler sebebiyledir ki İtilâf devletleri, 21 Şubat 1921'de toplanan
Londra Konferansı'na İstanbul Hükûmeti i1e beraber
Ankara Hükûmeti'ni de çağırdılar. Ancak zaferin
gerçek sahibi Ankara Hükûmeti idi. Bu sebeple Ankara
delegeleri, Osmanlı heyeti içinde yer almayıp millî davayı savunmak üzere ayrı
bir ekip oluşturdular. O kadar ki Osmanlı baş delegesi Sadrazam Tevfik Paşa, konferansta söz hakkını Ankara Hükûmeti temsilcilerine bırakmak mecburiyetinde kaldı. İşte
bu gelişmeler sonucu İtilâf devletleri yeni bir barış teklifi hazırlamak
zorunda kaldılar. Yine I. İnönü zaferinin millî hükûmete
kazandırdığı dış itibar sayesinde 16 Mart 1921 tarihinde Sovyet Rusya ile
"Moskova Antlaşması" imzalandı. Londra'da da Fransa ve İtalya ile
barış yolunda bazı müzakereler oldu.
Ancak
Yunanlılar, bu mağlubiyetten ders almayarak kısa süre sonra 23 Mart 1921 günü
aynı cephelerden tekrar ileri harekâta geçtiler. 27 Mart 1921 günü Yunanlıların
İnönü mevzilerine taarruzu ile başlayan,II. İnönü muharebesinde de düşman
taarruzları birincisinde olduğu gibi durduruldu. 31 Mart 1921'de Batı cephesi
kuvvetlerinin karşı taarruza geçmesi sonucu
Yunanlılar geri çekilmeye başladılar. Nihayet 1 Nisan 1921 günü binlerce ölü
ile doldurdukları muharebe meydanını tekrar silâhlarımıza terk zorunda
kaldılar. Bu suretle Batı cephesinde düşmana karşı II. İnönü Zaferi adını alan
bir büyük başarı daha kazanıldı. Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı
İsmet Paşa'ya gönderdiği kutlama telgrafında: "Siz orada yalnız düşmanı
değil, milletin ters talihini de yendiniz!" diyordu. Şimdi 1921 yılının
Temmuz başlarındayız. Yunanlılar Ankara Hükûmetinin
reddettiği Sevr Antlaşmasını gerçekleştirmek amacıyla Anadolu topraklarına
durmadan kuvvet çıkararak Türklere karşı yeni bir taarruza hazırlanmaktadırlar.
Nihayet bu genel düşman taarruzu,10 Temmuz 1921 günü, bütün Batı Cephesi boyunca
takviyeli kuvvetlerle başladı. Harekât ilerledikçe Yunan kuvvetleri ile Türk
kuvvetleri arasında yer yer şiddetli çarpışmalar
oldu. Ancak gerek insan gücü gerekse araç ve gereç yönün ; den Türk
kuvvetlerinden sayıca fazla durumda bulunan Yunanlılar birçok yerleri işgal
ettiler. Afyon, Eskişehir, Kütahya, Bilecik art arda düşman eline geçti.
Cepheden
gelen bu kaygı verici haberler üzerine 18 Temmuz 1921 günü Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Ankara'dan Karacahisar'daki
Batı Cephesi Karargâhına geldi. Takviyeli kuvvetlerle gelişen Yunan ilerleyişi
karşısında, o günkü şartlar altında imkânları sınırlı Türk ordusu için daha da
ileri kayıpları önlemek üzere yeni bir strateji tesbitine
gerek gördü ve Cephe Kumandanı İsmet Paşa'ya şu direktifi verdi: "Orduyu,
Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya bir
mesafe koymak lâzımdır ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün
olabilsin. Bunun için Sakarya'nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir!"
Müteakiben bu strateji uygulandı ve Batı Cephesindeki Türk ordusu geri yürüyüşe
geçerek 25 Temmuz 1921'de tamamen Sakarya Nehri'nin
doğusuna çekildi. Bu karar, harp yönetimi bakımından isabetli bir davranıştı;
zira kayba uğrayan, azalan kuvvetlerimizin, tutunduğu mevzilerde tazelenen
taarruz gücüne karşı çekilmeksizin uzun sure direnmesi daha büyük kayıpların
sebebi olacaktı. İnkılâp Tarihimizde "Kütahya-Eskişehir Savaşları"
adını alan ve Sakarya'nın doğusuna çekilmemizle sonuçlanan bu çarpışmalarda
ordumuz kendisinden sayıca 2 misli fazla düşman kuvvetleri karşısında oldukça
ağır zayiat vermiş, gerek çarpışmalar gerekse geri çekiliş esnasında şehit,
yaralı ve kayıp olmak üzere 40.000'e yakın silâhlı kuvvetimiz yok olmuştu.
Ayrıca araç ve gereç kaybımız da büyüktü. Ordumuzun bu, Sakarya'nın doğusuna
çekiliş günlerinde Bakanlar Kurulu, tekrar gelişebilecek yeni bir Yunan
taarruzuna karşı tedbir olmak üzere Hükûmet
Merkezi'nin Ankara'dan Kayseri'ye nakline karar verdi; ancak Meclisten onay
almak gerekiyordu. Hükûmet kararı, Büyük Millet
Meclisi'nin gizli oturumunda açıklandı. Meclis şahlanmıştı: "Biz buraya
kaçmaya mı ,geldik, yoksa düşmanla dövüşmeye mi?" Millet temsilcileri,
Ankara'yı harpsiz teslim etmeyi kabul etmediler; hedef son tepeye kadar
dövüşmekti. Bu heyecanlı konuşmalar üzerine Meclis, tahliyenin aksine
Ankara'nın müdafaasına, bunun için gerekli hazırlıkların yapılmasına karar
verdi. Bütün bu zor şartlara, geçici çekilişe rağmen sonunda düşmana kati darbe
indirileceğine dair, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin
inançları asla sarsılmamıştı. Mustafa Kemal Paşa'ya göre "Pek uzak olmayan
bir gelecekte karşımızdaki Yunan ordusu tükenecek, sonunda imhası mümkün hale
gelecekti." Ancak başarının en önemli şartı, herkesin bu sonuca candan
inanması ve bu uğurda maddî ve manevî tüm güçlerini memleket savunmasına
yöneltmesi idi. Ayrıca unutulmaması gereken nokta, ordumuz, düşmanın arzu
ettiği yerde değil, bizim arzu ettiğimiz yerde kesin muharebeye girecek ve ona,
orada kati darbeyi vuracaktı. Bu bakımdan gerektiğinde geri çekilişin, bazı
yerleri düşmana terk edişin büyük bir önemi yoktu. Askerliğin gereğini
kararsızlığa düşmeden uygulamak gerekiyordu.
Ne
çare ki liderlerin bu inancına rağmen Sakarya'nın doğusuna çekilmenin yarattığı
maneviyat bozukluğu Meclis'e de aksetmişti. Yeni bir ordu oluşturulurken
meydana gelen bu ağır kayıp, bu çekilme ister istemez sarsıntılara sebep olmuş;
bazı çevreleri haklı olarak endişe ve tedirginlik kaplamıştı. Bu hava içinde 4
Ağustos 1921 günü Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda askerî durum ve
Başkomutanlık teşkili üzerinde heyecanlı görüşmeler oldu. Milletvekilleri,
yorgun orduyu yeniden canlandıracak, memleketi bu badireden kurtaracak son
çareyi aramaktadırlar. Bu çare, Mustafa Kemal'in fiilen ordunun başına geçmesidir. Çünkü O, katıldığı bütün savaşlarda yenilmemiş,
yenmiş bir kumandandır. Bu sebepledir ki konuşmalar onun başkomutanlığı üzerine
alması görüşünde birleşti. Taraftarları gibi muhalifleri de kendisinden,
ordunun başına geçmesini istemektedirler. Meclis'in
büyük çoğunluğu, taraftarları kurtuluş için tek çarenin bu olduğu, başka çıkar
yol bulunmadığı fikrindedirler. Bazı milletvekilleri içtenlikle haykırırlar:
"Sen mühim bir kumandansın! Büyük bir askersin ve bunu da Çanakkale
Muharebesinde ispat ettin. Şimdi kendini hangi güne saklıyorsun? Sakarya'ya
kadar geldi düşman, kendini hangi güne saklıyorsun?" Bu haykırışlar,
gerçekten millî iradenin sesi idi ve büyük kahramanı, fiilen ordunun başına
davet ediyordu.
Muhaliflere
gelince, onlar da Başkomutanlığı Mustafa Kemal Paşa'ya vermekle zaten kurtuluş
ümidi kalmadığını kabul ettikleri bir ortamda, gelişecek tüm sorumluluğu onun
,omuzlarına yüklemeyi amaçlıyorlardı. Meclis'te 4 Ağustos 1921 günü başlayan bu
görüşmeler, ertesi gün de aynı heyecanla devam etti. Mustafa Kemal Paşa, önce
tartışmaların dışında kaldı. Ancak konuşmamasının, tavrını açıkça ortaya
koymamasının, onun da gelecekten ümitsiz olduğu şeklinde yorumlanması
ihtimaline karşı, kendisini Başkomutan görmek isteyen millî iradenin bu ısrarı
karşısında, Meclis Baş kanlığına şu önergeyi sundu: "Meclis'in sayın
üyelerinin umumî surette beliren arzu ve istekleri üzerine Başkomutanlığı kabul
ediyorum. Bu vazifeyi, kendi üzerime almaktan doğacak yararları en kısa zamanda
elde edebilmek ve ordunun maddî ve manevî kuvvetini en kısa zamanda artırmak ve
yönetimini bir kat daha kuvvetlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin
haiz olduğu yetkileri fülen kullanmak şartiyle üzerime alıyorum. Hayatım boyunca millî hâkimiyetin
en sadık bir hizmetkârı olduğumu milletin nazarında bir defa daha doğrulamak
için bu yetkinin 3 ay gibi kısa bir müddetle sınırlandırılmasını ayrıca
istiyorum". Bu önerge Meclis'in yetkilerini kullanma isteği sebebiyle bazı
itirazlara sebep oldu. Ancak durum, olağanüstü bir durumdu ve ölüm kalım
mücadelesi gibi olağanüstü şartlar konuşuyordu. Bu şartlar içinde Mustafa Kemal
Paşa tarafından kabul edilen görev gerçekten çok büyük ve önemli, diğer bir
ifade ile Türk milletinin mukadderatı ile ilgili idi. Düşman karşısındaki
cephede vakit geçirmeksizin en seri, en doğru kararları verebilmek, ancak
Meclis'in yetkilerini anında kullanmakla mümkündü. Esasen Atatürk de bu
olağanüstü şartlara rağmen, söz konusu yetkinin 3 ayla sınırlı kalmasını
istemekle, millî iradeye olan sarsılmaz saygısını gösteriyordu. Nihayet Meclis,
bu isteğinde kendisini haklı gördü. Görüşmeler sonucu, 5 Ağustos 1921 günü,
"Mustafa Kemal Paşa'ya 3 ay süre ile askerliğe ait hususlarda Meclis'in
yetkilerini kullanmak koşuluyla Başkomutanlık tevcih eden Kanun, Büyük Millet
Meclisi'nde oybirliği ile kabul edildi. Kanunda şu sözlere yer veriliyordu:
"Millet ve memleketin mukadderatına bilfiil el koyan yegane yüce kuvvet
olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başkomutanlık fiili vazifesine kendi reisi
Mustafa Kemal Paşa'yı memur etmiştir. Başkomutan, ordunun maddî ve manevî
kuvvetini artırma ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirme hususunda Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin buna ait salâhiyetini Meclis namına fiilen kullanmaya
yetkilidir. Bu sıfat ve salâhiyet üç ay müddetle sınırlıdır. Meclis lüzum
gördüğü takdirde bu müddetin bitiminden evvel dahi bu sıfat ve salâhiyeti
kaldırabilir." Başkomutanlık verilişinden sonra Mustafa Kemal Paşa kürsüye
geldi. Memleketin düşman istilâsından kurtarılacağına dair sarsılmaz inancını
bir kere daha ifade ederek Meclis'e şu teminatı verdi: "Efendiler! Zavallı
milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allah’ın yardımıyla behemehal
mağlûp edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır.
Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve
bütün âleme karşı ilân ederim." Başkomutan aynı gün ordu ve millete de bir
bildiri yayımladı. Bu bildiride de şu cümleler yer alıyordu: ".... Bana bu
vazifeyi tevdi etmiş olan Meclis ve bu Meclis'te beliren milletin kesin
iradesi, hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle
değiştirilmesine imkân olmayan bu kesin irade, her ne olursa olsun düşman
ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan'ın silâhlı kuvvetlerinden oluşan bu
orduyu, anayurdumuzun mukaddes ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa
kavuşmaktır. " Başkomutan, artık plânını yapmış ve kesin şekilde
uygulamaya başlamıştır. Hedef, muvaffakiyete götürecek bütün tedbirleri en kısa
zamanda almaktır. Bu amaçla 7 ve 8 Ağustos 1921 günleri, kendi imzasıyla 10
adet "Tekâlif-i Milliye" yani "Millî Vergi" emri yayımladı.
Bu emirler gereği her ilçede bir "Millî Vergi Komisyonu" kuruluyordu.
Her evden ordunun ihtiyacı için bir kat çamaşır, bir çift çorap, bir çift çarık
isteniyordu. Ordunun malzeme ihtiyacı için tüccarın elinde bulunan stoklardan
yüzde kırkına parası zaferden sonra ödenmek üzere el konuluyordu. Herkes
hububat, hayvan ve yem bakımından stoklarının yüzde 40'ını yine parası sonradan
ödenmek üzere orduya verecekti. Halkın elinde bulunan savaşa elverişli bütün
silâh ve cephane, 3 gün içinde ordu ambarına teslim edecekti. Memleketteki
demircilerin, dökümcülerin, marangozların, sanayi imalâthanelerinin listesi
çıkacak ve sahiplerinin isimleri belirlenecekti. Böylece bütün memleket,
gelecekteki zafer için olağanüstü bir seferberliğe davet e dilmişti. Artık
millet ve ordu el ele idi ve top yekûn bir harp başlatılmıştı.
Başkomutan
bu acil tedbirleri aldıktan sonra 12 Ağustos 1921 günü Ankara'dan hareketle
Polatlı'daki Cephe Karargâhına geldi. Artık Mustafa Kemal Paşa, cephede ve
fiilen Türk ordusunun başında idi.
Şimdi
1921 yılı Ağustos başlarındayız. Yunan ordusu 13 Ağustos 1921 günü Sakarya'daki
Türk mevzilerine doğru yeniden ileri harekâta başladı. 15 Ağustos 1921 günü
Yunan Kralı Konstantin, ordularına
"Ankara'ya!" emrini verdi. Durmaksızın ilerleyen Yunanlılar, birçok
şehir ve kasabalarımızı işgal ederek sonunda Sakarya'daki savunma hattımıza
dayandılar. 23 Ağustos 1921 günü, Yunan ordusunun taarruzu ile Sakarya Meydan
Muharebesi başladı. Bütün cephe boyunca taarruz ve karşı taarruzlarla çok
şiddetli muharebeler oldu. Yunan taarruzu, bir çok yerde kıtalarımız tarafından
düşmana ağır zayiat verdirilerek durduruldu. Ancak takviyeli Yunan kuvvetlerinin
önemli mevzilerimizi ele geçirdikleri, Polatlı'ya kadar yaklaştıkları, top
seslerinin Ankara'dan duyulduğu zamanlar oldu. Türk mevzileri bir çok noktada
yarılmasına rağmen, her nokta inatla savunuluyor, kaybedilen her hattın
gerisinde yeni bir savunma hattı oluşturuluyor, böylece düşmanın ilerlemesine
imkân verilmiyordu. Zira Başkomutan, savaş stratejisi için şu formülü koymuştu:
"Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı
müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın
kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, küçük büyük her birlik bulunduğu
mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada,
tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki
birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, oraya tâbi olamaz.
Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmağa ve mukavemete mecburdur".
Başkomutanın ortaya koyduğu, harp yönetimi bakımından büyük önem taşıyan bu
kural, Sakarya'da aynen uygulanmış ve mukaddes vatan toprakları, her kaybedilen
hattın gerisinde vakit geçirmeksizin yeniden bir hat teşkili suretiyle sonuna
kadar savunulmuştur. Düşman aştığı her tepenin ardında "Ankara var!" hulyasıyla harp ediyor, Mustafa Kemal Paşa ise Yunan
kuvvetlerini, son darbeyi indireceği yere, memleketin harim-i
ismetine çekiyordu. Nihayet düşmanın taarruz gücü, ilerleme kuvvet ve kudreti
gittikçe tükenmeye başladı. Yunan birlikleri ana mevzilerinden çök uzaklaşmış,
gerçekten Türklerin harim-i ismetine düşmüştü. Artık
taarruz sırası Türklerindi. 10 Eylül 1921 günü başlayan karşı taarruzumuzla
düşmana ağır zayiat verdirilmiş, bu taarruz sonucu Yunanlılar batıya doğru
çekilmeye başlamıştı. Bütün savaş boyunca cepheden ayrılmayan Başkomutan
Mustafa Kemal Paşa, zaman zaman da en ileri
mevzilerde görülmüş, hatta ateş hattına girmişti. Başkomutanın en ileri hatta,
taarruz eden kıtaların yanında görülmesi ve muharebeyi ateş hattında bizzat
takip edişi şüphesiz ki subay ve erlerimizin maneviyatları üzerinde büyük tesir
yaptı.
"Sakarya Meydan Muharebesi" adını alan bu büyük ve kanlı savaş, 22
gün 22 gece devam etmiş ve nihayet 13 Eylül 1921 günü, düşman Sakarya Nehri'nin
doğusunda tamamen imha edilerek büyük bir zafer kazanılmıştı. Bu anlamlı ve
büyük başarı üzerine 19 Eylül 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından,
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya Kanunla Müşir (Mareşal) rütbesi ve
"Gazi" unvanı verildi. Sakarya Zaferinin sonuçları siyasî alanda da
kendisini gösterdi. 13 Ekim 1921'de Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması,
20 Ekim 1921'de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı.
Sakarya
Meydan Muharebesinden sonra mağlup Yunanlılar, Afyon-Eskişehir hattına kadar
çekilmişler, bu bölgede mevzilerini kuvvetlendirmek, önemli yerleri tel
örgülerle takviye etmek suretiyle savunmada kalmışlardı. Düşmanın bu geniş hat
üzerinde üç kolordusu bulunuyordu. Yunanlıların, tutundukları bu son
mevzilerden de atılmaları, Türk ordusunun kesin sonuçlu bir muharebeyi
kazanmasına gerek gösteriyordu. Ancak bu suretle düşmanın Anadolu'dan tamamen
çıkartılması mümkün olabilecekti. Diğer taraftan gerek Yunanlılar gerekse
İngilizler, mevsimin ilerlemiş olduğu, Türk hükûmetinin
içinde bulunduğu güçlükler ve Anadolu'daki ekonomik durumun ağırlığı sebebiyle
Türk ordusunun genel bir taarruzunu imkânsız görüyorlar; ordumuzun bir süre daha
dayandıktan sonra ister istemez barış isteğinde bulunacağını hesaplıyorlardı.
Bu sebeple kendileri barışa yanaşmıyorlar, işgal ettikleri toprakları ellerinde
bulundurarak vakit kazanmak suretiyle daha kârlı çıkmayı amaçlıyorlardı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise düşmanın hayal ürünü bu hesaplarının dışında
taarruz hazırlıklarını sürdürmek suretiyle gerçekçi bir yol izliyor; ancak
taarruzun zamanını ve şeklini son derece gizli tutuyordu. Çünkü Atatürk'e göre,
"Yarım hazırlıkla , yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz
etmemekten daha kötü idi". Nihayet eldeki bütün imkânlar kullanılarak,
memleketin maddî ve mânevî bütün güçleri seferber edilerek taarruz zamanının
geldiğine karar verildi. Ama yine de Yunanlılar asker sayısı, araç ve gereç
yönünden üstünlüklerini korumakta idiler.
Başkomutan tarafından en ince ayrıntılarına kadar hazırlanan Büyük Taarruz ve
onu izleyecek meydan muharebesi planı, 27/28 Temmuz 1922 gecesi, Akşehir'e
çağrılan ordu komutanlarına açıklandı. Onların da görüşleri alınarak Batı
Cephesi Ordularına 6 Ağustos 1922'de gizli olarak "taarruza hazırlık"
emri verildi.
Büyük
taarruz planı gerçekten dâhiyane, dâhiyane olduğu kadar da cüretli ve tehlikeli
idi. Zira kuvvetlerimizin hemen tamamı, taarruzun siklet
merkezi olarak kabul edilen Afyon-Konya demiryolunun güneyine kaydırılmış,
başka cephelere kuvvet ayırma hususu ister istemez
ikinci planda düşünülmüştü. Bunun sonucu olarak Eskişehir-Ankara istikameti
açık denecek bir durumda bırakılmıştı. Keza cephenin ağırlık merkezi olarak
kabul edilen bölgenin arkası da göller bölgesine dayanıyordu. Başarısızlık
halin- de, bu bölgede savaşan l. Ordu'nun akıbeti kritikleşebilirdi.29/2 Bu
plan, ancak büyük komutanların sevk ve idaresinde başarıya ulaşabilirdi ve
bütün riskleri etkisiz kılacak faktör, ne pahasına olursa olsun mağlup olmamak
kararı idi. Gerçekten de öyle oldu. 26 Ağustos 1922 sabahı saat 5.30 da
topçularımızın ateşiyle Kocatepe'den Büyük Türk Taarruzu başladı. Başkomutan da
bu esnada Kocatepe'de bulunuyordu. Taarruz, kısa sürede Afyon Konya demiryolu
hattı boyunca başarılı bir şekilde gelişti. Bu hattın güneyinden I. Ordu,
kuzeyinden II. Ordu taarruz ediyordu. Ancak cephenin ağırlık merkezi, I. Ordu
bölgesinde toplanmıştı.
Başkomutan
Mustafa Kemal Paşa'nın büyük bir basiretle ateş hattında yönettiği bu taarruzda
ordumuzun Genelkurmay Başkanlığını Fevzi (Çakmak) Paşa, Batı Cephesi
Komutanlığını İsmet Paşa üstlenmişti. I. Ordu'ya Nurettin Paşa, II. Ordu'ya
Yakup Şevki Paşa Süvari Kolordusu'na da Fahrettin (Altay) Paşa komuta ediyordu.
Süratli taarruz sonucu, 26/27 Ağustos gecesi Yunan ordusunun bir çok mevzii
düşürüldü. Ani baskın şeklinde gelişen bu taarruz karşısında şaşıran Yunanlılar
çekilmeye başladı. 27 Ağustos 1922'de ordumuz düşman işgalindeki Afyon'a girdi.
Türk ordusunun bu ilerleyişi karşısında Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine
çekilme kararı aldı. Kuvvetlerimiz 29 Ağustos günü de Dumlupınar mevzilerine
taarruza başladı. 30 Ağustos günü Dumlupınar bölgesinde 200.000 kişilik Yunan
ordusu tamamen kuşatılmıştı. "Başkomutan Meydan Muharebesi" adını
alan bugünkü savaşta, düşmanın büyük kısmı imha edildi. Bu gece Kütahya da
ordumuz tarafından kurtarılmış bulunuyordu. Ancak, mağlup düşmanın çekilme
yollarının da kesilmesi ve İzmir doğrultusunda aralıksız takibi gerekiyordu.
Başkomutan,1 Eylül 1922 günü komutası altındaki kuvvetlere: "Ordular! İlk
hedefiniz Akdenizdir, ileri!" emrini verdi. Son
süratle İzmir yönünde ilerleyen kuvvetlerimiz, 1 Eylül' de Uşak'ı, 2 Eylül'de
Eskişehir'i, 3 EyIül'de Nazilli, Simav, Salihli,
Alaşehir ve Gördes'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül' de Aydın'ı, 8
Eylül'de de Manisa'yı kurtardılar. Bu takip esnasında l. Yunan Ordusu Komutanı
General Trikopis ile 2. Yunan Ordusu Komutanı General
Diyenis ve bir kısım yüksek rütbeli Yunan subayları
esir alındılar. Nihayet Türk birlikleri 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e ulaştılar.
Bu sabah Kadifekale'de Türk bayrağı dalgalanıyordu.
Artık Anadolu, 4 yıl süren düşman istilâsından, düşman işgalinden kurtarılmış,
"Türkiye Türklerindir!" gerçeği bir kere daha gözler önüne
serilmişti. Mondros Mütarekesiyle başlatılan ve Sevr Antlaşmasıyla
gerçekleştirildiği zannedilen Türk milletini Anadolu topraklarından çıkarmak ve
tarihten silmek isteyen korkunç ve hain zihniyete karşı, milletimizin maddî ve
manevî bütün güç kaynaklarını seferber ederek kazandığı bu büyük zaferler
Atatürk'ün ifadesi ile tek bir amaca yönelikti: "Kayıtsız şartsız bağımsız
yeni bir Türk Devleti kurmak!" Atatürk diyor ki: "Hiç bir zafer, gaye
değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken
vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde
kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilişine dayanamayan bir zafer, ömürlü
olamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük
zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı
başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur". Büyük Türk zaferinden sonra da
Türk milleti için yeni bir âlem doğmuş; çağdaş, demokratik ve lâik Türk
devletinin kuruluşuna uzanacak olan bütün yollar açılmıştı. Bu sebepledir ki
memleketi düşman istilâsından temizleyen büyük askerî zaferleri takiben bu
başarıların semerelerini toplamak üzere siyasî faaliyetlere önem verildi. 11
Ekim 1922'de İtilâf devletleriyle imzalanan Mudanya Mütarekesi ile silâhlar
bırakıldı; Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki çarpışmalara son verildi. Yine
bu anlaşmaya göre Edirne'yi de içine almak üzere Doğu Trakya'nın Yunanlılar
tarafından tahliyesi kabul edildi; İstanbul ve boğazlar bazı kayıtlarla
idaremize bırakıldı. 1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı ile
saltanatla hilâfet birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı. O gün Mustafa
Kemal Paşa, Meclis kürsüsünden şunları söylemişti: "Millet, mukadderatını
doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve hâkimiyetini bir şâhısta
değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-i
Âli'de temsil etti. İşte o Meclis, Meclis-i Âli'nizdir; Türkiye Büyük Millet
Meclisi'dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye
Büyük Millet Meclisi'dir". Meclis'in bu tarihî kararı üzerine Vahdettin
bir İngiliz harp gemisiyle yurt dışına kaçtı. Artık sıra barış görüşmelerine
gelmişti. Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü toplandı. Aylarca süren,
zaman zaman da çok çetinleşen bu görüşmelerde Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükûmetini -Mudanya
görüşmelerinde olduğu gibi- İsmet (İnönü) Paşa temsil ediyordu. Nihayet 24
Temmuz 1923 günü antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile yeni Türkiye Devleti'nin
bağımsızlığı bütün dünyaca onaylanıyor, millî sınırlarımız çiziliyor, Ekonomik
alanda Osmanlılar devrinden kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülâsyonlar
kaldırılıyordu. Diplomasi alanında kazanılan bu sonuç
gerçekten çok önemliydi. Zira bu antlaşma Atatürk'ün ifadesiyle "Türk
milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı
zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesika" idi.
"Bu sebeple Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasî
zafer eseri idi". 13 Ekim 1923'de Ankara, Büyük Millet Meclisi kararı ile,
Türkiye Devleti'nin Hükûmet Merkezi oldu. Artık
mevcut yönetimin isminin de açıkça ifadesi ve ilânı gerekiyordu. Nihayet 29
Ekim 1923 akşamı, -yapıları bir Anayasa değişikliği ile - Cumhuriyet ilân
olundu. Milletvekilleri bu büyük olayı ayakta "Yaşasın Cumhuriyet!"
sesleriyle kutladılar. Bu sonucu takiben Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oybirliği
ile Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi. Cumhuriyetin ilânı i1e
gerçekleşen bu büyük inkılâbın yanı sıra devlet örgütü ve toplum yönetiminin de
çağdaş devlet anlayışına uygun olarak lâikleşmesi gerekiyordu. Böyle bir
anlayış içinde halifeli Cumhuriyet söz konusu olamazdı. Bu sebeple 3 Mart
1924'te artık hiçbir lüzumu kalmayan, aksine zararlı bir kuruluş halini almış
bulunan halifelik de kaldırıldı ve son halifeyle beraber Osmanlı hanedanı yurt
dışına çıkarıldı. Artık devletin modern bir şekil alması ve milletin çağdaş
uygarlık seviyesine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılâplar
birbirini takibe başladı. Bu devre esnasında şapka ve kıyafet inkılâpları
yapıldı. Halkı uyuşukluğa sevkederek her türlü hayat
enerjisini yokeden tekkeler, zaviyeler, türbeler
kapatıldı; Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldirıldı. Lâik devlet prensibi kabul edilerek din ve
devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, şeriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medenî
Kanunu'yla beraber birçok yeni kânunlar kabul edildi. İlim ve kültür işlerine
büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi
ve Türk dili üzerinde çalışmalar yapıldı. Medreseler kapatılarak çağdaş kültürü
benimseyen Cumhuriyet okulları açıldı. Eğitim ve öğretimde, lâik ve millî bir
yol takip edildi. Atatürk'ün en büyük eserlerinden biri olan harf inkılâbı
meydana geldi; Arap harfleri terk edilerek Lâtin harfleri esasına dayanan Türk
alfabesi yapıldı. Üniversite'de de büyük bir reform gerçekleştirilerek ona
çağdaş bir görünüm kazandırıldı; bu arada ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve
kürsüler açıldı. Uluslararası takvim, saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın
hukukunda reform yapılarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı.
Ekonomik hareketlere önem verildi. 1923 yılında Türkiye'de ilk defa olarak bir
İktisat Kongresi toplanarak memleketin ekonomik problemleri görüşüldü. Ziraî
faaliyetler genişletildi; ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Sağlık işlerine
önem verildi. Güçlü bir ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti'nin temeli olan
bütün bu inkılâplara "Atatürk İnkılâpları" adı verildi. İnkılâpların
memlekette daha süratle ve daha sağlam yerleşmesi için bütün Türk halkını içine
almak üzere Cumhuriyet Halk Partisi teşkil edildi. Cumhuriyetçilik,
milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık Türkiye
siyasetinin ilkeleri olarak kabul edildi. Milleti çağdaş uygarlığa götüren bu
zorunlu gidiş karşısında, muhalefeti teşkil eden, fakat bir kolu da tutuculuğa
ve gericiliğe dayanan bir grup tedirgin oldu. Politik sahada da kendilerine
temsilciler bulan bu grup, bütün bu gidişten Atatürk'ü sorumlu tuttukları için
ona birkaç suikast girişiminde bulundularsa da muvaffak olamadılar ve millet
tarafından tel'in edildiler. Mustafa Kemal, inkılâpların büyük kısmını
başardıktan sonra Türk bağımsızlık mücadelesini ve yeni Türkiye'nin kuruluşunu
anlatan büyük Nutkunu yazdı. Bunu 1927 yılında, Parti Kongresinde altı gün
devam eden büyüleyici hitabetiyle okudu. Değerli tahlil ve tenkitlerle dolu
olan bu eser, Türk tarihinin olduğu kadar Türk edebiyatının da ölmez eserleri
arasında yer aldı. Büyük Önder, kurtuluştan sonra memleketi baştan başa
dolaşarak halka inkılâpların ve yeni Türk Devleti'nin ideolojisini anlattı.
1934 senesinde Meclis, özel bir kanunla kendisine "ATATÜRK" soyadını
verdi. Son senelerinde bitmeyen bir heyecanla Hatay' ın
anavatana ilhakına çalıştı. Kendisinde mevcut karaciğer kifayetsizliği zamanla
ağırlaştı; son günlerini hasta ve rahatsız olarak geçirdi. 10 Kasım 1938
perşembe güxıü saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini kapadı. Ölümü bütün
dünyada derin akisler yaptı ve büyük üzüntü yarattı. Atatürk'ün na'şı, tahnit edilerek Dolmabahçe
Sarayı salonunda özel bir katafalk'a yerleştirildi. Türk bayrağına sarılı ve
başında silâh arkadaşlarının nöbet tuttuğu mukaddes tabut, üç gün müddetle
milletin ziyaretine bırakıldı. Na'şı, bilâhere 20 Kasım'da Ankara'ya getirildi. 21 Kasım'da büyük
törenle Etnoğrafya müzesindeki geçici kabrine kondu.
Cenaze törenine bütün dünya devletleri özel temsilciler gönderdi. Çanakkale'de
ve diğer muharebelerde ona karşı savaşmış yabancı generaller törende bilhassa
dikkati çekiyordu.10 Kasım 1953'te na'şı, Etnografya
müzesinden alınarak muhteşem bir törenle Anıtkabir'e nakledildi.
|